Yine ağır aksak geçen bir Cuma günüydü. Herkes için dinginlik arz eden bu gün, Mehmet için eve gitmenin sevincini barındırıyordu içerisinde. Vagon tekerleklerinin bitip tükenmeyen senfonisi… Hepsi görevini eksizsiz yapan bir orkestranın enstrümanları gibi. Dağların arasından akan Doğu Ekspresi… Kompartımanda dört kişilerdi. Hayat yükleri bellerini bükmüş dört yaralı çehre. Birbirlerinin yüzüne bakmaya mecburlar. Birbirleriyle konuşmaya da. Yoksa geçer mi bu kederle bu kasvetli yolculuk?
Afgan asıllı Said başını cama dayamış düşüncelerini sılaya hicret ettirmişti. Aile savaştan kaçmıştı. Sevdiği kızı vermemişlerdi. Yaşlı anne babası toprak olmayı bekliyorlardı. Onlara layık bir evlat olabilmiş miydi acaba. Şüphesiz başka bir coğrafyaya doğmuş olsa daha iyi olurdu her şey. Ya gözünün nuru Latife? Onu da alıp gelseydi, şimdi birlikte yeni bir yaşamın kapılarını arasalardı fena mı olurdu? Hasretini çekeceğine gözlerinin uçurumuna dalsaydı. Ama nasıl yapardı ki? Yarını belli olmayan bir kaçak ile bir ömür feda edilebilir miydi? Kendi hayatıyla birlikte onunkini de hiç etmeye ne hakkı vardı?
Mehmet bu derin düşünceli adamın hikâyesini merak etti. Sormak öğrenmek istedi. Ama daha erkendi. Yol da uzun. Nasıl olsa bir müddet sonra kendiliğinden dökülecekti hikâyeler yere. Hep böyle olmamış mıydı zaten. Haftada iki tren yolculuğu yapan, günlerini (aile sıcaklığı hariç) bütün yönleriyle bir eve benzeyen bir vagonda geçiren bir demiryolcu için bunu kestirmek hiçte zor değildi. Hele rayları biraz daha dövsün tren. Beklerdi. Hep bekliyordu.
Telefon çaldı. Son teknoloji değildi. Ailesiyle hep bu yüzden dargın gibi olurdu. Ama gelen bu haberi son teknoloji bir telefon bile güzel veremezdi. Ali’ydi arayan. Hani şu üst sınıfta kendisini bu işlere sokan dava(!) arkadaşı. Onunla tanıştığına memnun muydu yoksa ondan nefret mi ediyordu bilmiyordu. Ama ne derse yapmaya hazırdı. “Çabuk gel.” Dedi. “Üniversite yine çakalların eline kaldı! Merkezi kafeteryanın önünde basın açıklaması yapacağız. Kalabalık olmamız lazım! Çarşamba 13’te orada ol.” Hep böyle kısa konuşurdu. Uzatmadan, hâl hatır sormadan. Güya dava arkadaşıydı, onun memlekette olduğunu bile bilmiyordu. Basın açıklaması diye gittiği nice toplantıdan sloganlar atarak, karşıt fikirleri düşman bilerek, at gözlüğünü itina ile takarak geri dönerdi. Bazen tekme tokat terk ederdi “basın açıklamasını”. Bu yüzden Ali’ye sinirlendi. İçinden ince bir küfür koptu. Ama gidecekti. Tabi geleli iki gün olduğu için bunu babasına söylemesi hayli sancılı oldu. Dersleri, sınavları bahane etti. Sahi derslere en son ne zaman girmişti?
Etrafındakilere sonuna “..cu, ..cü, ..ist” gibi yaftalar eklemeden en son ne zaman bakmıştı? Bir küfürde bunun için koptu E.A’nın içinden. “E.A”, soruşturmalarda, haberlerde hep böyle geçiyordu ismi. Ne kadar samimiyetsiz diye geçirdi içinden. Ve bir küfür de bunun için. Ancak böyle rahatlıyordu çünkü.
Mehmet E.A’yı süzdü. Talebe olduğunu tahmin etti. Kendi oğlu geldi aklına. Dışarı okumaya göndermemişti. Oğlu razı olmadı buna. Ama itirazda edemedi. “Olsun. Gözümün önünde. Her gün izliyoruz üniversitelerde olanları. Hem ne fark eder? Okuyan her yerde okur. Yeter ki içinde olsun.”
Asma kilidi o görkemli tahta kapıya emanet etti Hasan. O kadar ısrar etmesine rağmen gelmemişti anne babası. Ne buluyorlardı şu köyde hiç anlamamıştı. “Su yok, elektrik desen bir gün var üç gün yok. İyice yaşlandınız. Yolunuza yürüyemiyorsunuz. Şu merdivenlerden düşseniz kaldıranınız yok” derdi hep. “Siz gelin ocağımızı yakın, tarlamızı sürün. İnsan vatanını terk edip gider mi? Biz burada doldurduk ömrümüzü” diye karşılık verirdi babası. Yaşlandıkça daha asabi ve inatçı olmuştu. Tahammülsüz yeni nesil (babaya göre) dayanamaz “Bir gün ölüp gideceksiniz. Kimsenin haberi olmayacak!” derdi. Ölmüşlerdi. İki yıl önce annesi, şimdi de babası. Söyler söylemez pişman olurdu söylediklerine Hasan. Zaten artık önemi de yoktu. Altı kardeşin en büyüğüydü. Köyden giden (kaçan!) ilk evlat. Kilit vurmak çok ağır geldi bedenine. Kursağına düğümlenen kelimeler isyan etti. Dizlerinin bağı da destek verdi bu kolektif eyleme. Yine köye gömdüler onları. “Bari mermer bir mezar yaptıralım” diye düşündü. Ondan sonra kalan tarlalar ve ev için kardeşleriyle kavga edip anne babasının kemiklerini sızlatma evresine geçebilirlerdi! Elinde baba yadigârı köstekli saat ve ölümden yaşama yapılan tren yolculuğu…
Hasan’ın elindeki köstekli saati gördü Mehmet. Onunda vardı. Babasının da. Eski demiryolcuydu babası da. Himmet Çavuş! Onun yolundan gitmişti. Ve otuz beş yıldır gitmeye devam ediyordu. Köstekli saati hak etmişti yani çoktan. Birde her sene sendikadan gönderilen duvar takvimini! Sendikanın asli göreviydi çünkü bu. Sinirlendi Mehmet. “Bir işe yaradıkları yok!” derdi hep. Bu yüzden her sene üç tane alırdı o üç ayı aynı sayfada gösteren duvar takviminden. Takvimin en çok bu özelliğini severdi. Kredi kartı borcunun son ödeme tarihini, faturaların zamanını hesap etmek kolay oluyordu çünkü. Ama hakkı vardı asırlık demiryollarının. Tulumunu, havlusunu, sabununu, botunu, iskarpinlerini eksik etmezdi hiç. Her sene tastamam verilirdi işçilere. Öyle ki fazla gelip konu komşuya dağıttığı bile olmuştu. Cömert adamdı Mehmet. Kapısını çaldığı yere eli boş gittiği görülmezdi. Harçlıkta, neşede, erzakta, çocuklarına ilgisizlikte çok cömert adamdı. Eğilip çamur olmuş ayakkabılarına baktı. Hülyalara dalmasıyla çıkması kompartımanın sürgülü kapısının açılma süresi kadardı. Kondüktördü gelen. Bilet kontrolü zamanı. Yeni gelinen istasyonun ismini bağırarak kendini tanıtmıştı aslında bütün yolculara. Ama Mehmet hariç herkes afallamıştı bu gelişe. Gri gömleği, lacivert çantasının yanına bir kadınla küçük bir kız çocuğunu da katmıştı bu sefer. Divriği’n mütevazı istasyonu sessizce tanıklık etti bu buluşmaya. Ana kız buldukları en yakın yere oturdular. Dört erkeğe selam vermek yerine susmak daha cazip geldi Hatice’ye. Ve senfoni tekrar başladı.
“Ben alevi gelin istemem!” dedi babası Osman’ın. Peki bunu bir cahillik mahsulü olan çocuğunun annesi Hatice’ye nasıl söyleyecekti? Onları nasıl yüz üstü bırakabilirdi? Ama bıraktı…
“Defol!” dedi olayları duyan Hatice’nin babası. “Benim senin gibi bir kızım yok. Ne halin varsa gör!” diye ekledi. Ne hali varsa görmesi için yollara düştü Hatice. Kısacıktı ömrü. Ama bu toy yaşama bir aşk, bir ihanet, bir de çocuk sıkıştırmıştı…
Mehmet kız çocuklarını çok severdi. Dört erkek evladının olması bu durumu perçinlemişti adeta. Normalde olsa kızı yanına çağırır saçlarını okşardı. Bu sefer sadece acıdı. Yapmaması gerekeni en başta yaparak gömdü kızı iki rayın arasına.
“Hadi toplanalım! Millet eylem görsün!” İşte vakit gelmişti. Yumruklar sıkıldı. Nefret söylemleri uçuşmaya başladı “onlardan olmayanlara” karşı. Ortalık karışıktı bu sıralar. Olaysız gün geçmiyordu. Ama davaya can fedaydı. Gel gör ki karın doyurmaya yetmiyordu. Memleketten para istemek icap ederdi. Şimdi taa köye telgraf kaç günde giderdi kim bilir. Bir türlü şehre taşınamadılar gitti diye ailesine söylenme mesaisine o zamandan başlamıştı dava adamı “Hasan.”(1980)
Çok özlediği memleketine dönmüştü nihayet. Ama şehri gibi kendisi de çok değişmişti. Artık sürekli anne babasına veryansın ediyordu. Onlara karşı biriken özlemi bitip can sıkıcı bir hâl almıştı. Latife’yi çok sevmişti. Latife’de onu. Bir zamanlar… Şimdi farklı hikâyelerin kahramanları olmuşlardı. Garip kaçak Said yıllar önce hikâyesini kınayan gözlerle dinlediği Hatice’nin ömrünü yaşayacağını nerden bilebilirdi. (2020)
“Üniversite olaylarında bir öğrenci hayatını kaybetti.” Oğlunun ismini M.A diye okuyan Mehmet’in içi cız etti. E.A geldi aklına. Onun yerinde kendi oğlunu görmek büyük haksızlıktı! “Neden?” dedi. Neden?
Annesinin omzuna yaslanmış Zeliha abilerine, amcalarına dikkatlice bakıyordu. Ne hikâyeler vardı acaba bu insanların kalplerinde?
“Benim bebeğimin de bir kalbi var. Hem de kocaman. Bu amcalar kesin akrabadır. Aynı beş parmak gibi. Onlarında çocukları babaları vardır. Ben bebeğime benim annem gibi anne olacağım” dedi. Sustu kendi kendine. Baba da olmak isterdi elbet. Ama baba nasıl olunurdu? Bilemedi. Kendisini bütün rollere sokabilirdi bu hayatta Zeliha. Baba hariç… Matematik bilmezdi. Bu kompartımandakilerin hepsi onun için “bir” di…
Pencereden esen rüzgâr hoyratça çiğnedi Mehmet’in babasından yadigâr kel başını. Saatine baktı. Ne zamandan beri uyuyordu acaba. Rüyada gördükleri gözündeki yaşlardan belli ediyordu kendilerini. Çuvaldızı ilk kendisine batırdı. Zeliha’yı yanına çağırdı. Kucağına aldı. Sevmeye başladı.
“Ee anlatın bakalım nere gelip nere gidersiniz?”
Dinledi Mehmet. Her hikâyeyi kendisi yaşıyor gibi dinledi. Ön yargısız, müdahalesiz, kırıp dökmeden…
Bir cevap yazın