Mete Almalı – Çavuş
Mete Almalı – Çavuş

Mete Almalı – Çavuş

Karanlık odanın sessizliğini bozan yegâne şey kapı gıcırtısıydı. Avluya çıkıp boğucu havadan yakasını kurtaran herkes tabakasına uzanıp acil durum düğmesine basar gibi alevlendiriyordu sigarasını. Sonu bilinen bir oyunun ezber edilmiş sahnelerinin izlenmesinin sabırsızlığı vardı bütün ev halkında. Avluyu -hatta tüm evi- ayakta tutan orta direk eğilmişti çoktan. Ümmühan göğüslerine kadar çekip bağladığı önlüğüne elini silerken döndürülmesi gereken bir dümenin olduğunun farkındaydı. Donuk bakışlarla etrafı süzerken çenesini yurt edinmiş birkaç ağarmış telin hesabını yapacak mecali yoktu. Kapıdaki kargaşanın hafiyeliğine de niyetsizdi. Köyün eli cebindeki kalabalığı eski defterlerin düğümünü açmıştı çoktan. En suskunları üst kattaki manzaraya gerçekten üzülenlerdi. Öyle ki anıların hep iyi tarafını görürlerdi. Gergin bakışlılar ise hasta için değil kendi çevresi tarafından ayıplanmayı göze alamayanlardı. Dudaklarını yüzüne yayıp küllendirdiği sigaranın keyfini çıkaranlar ise bir araya gelmiş ahaliyi fırsat bilip sosyalleşme derdinde olanlardı. Bir de annelerinin iplerini çoktan saldığı çocuklar vardı evin her köşesinde. Birbirlerine fırlattıkları her nesne bu ölüme namzet hasta evinden tüm köye ulaştırılan jurnalleri temsil eder gibiydi. Ümmühan’ın önüne lastikten bir ayakkabı düştü birden. Topuğunun bakır tellerle tamir edildiği, yer yer çamurlu bu lastik ayakkabı kendiyle yaşıttı neredeyse. Gözlerinin takıldığı her nokta alev alacak gibiydi. Uzun uzun baktı ona.

Rüzgârın taşıdığı karların kapı kanadını zorladığı bir günün sabahıydı. Reşit devlet memuru ciddiyetiyle erkenden uyanıp tıraşını oldu. Şehir camilerinin avlusunda küçük camekânlı kutularda satılan kokusunu kurumuş ellerinin üzerinde gezdirdi. Bir kıdem göstergesi olan Serkisof saatini yoklayıp kırmızı kravatına son bir kez çeki düzen verdikten sonra köyün gizli saklı köşelerine saklanan dedikodu pıhtısına bir kaşık sallamak için ilk adımını attı dışarı. Görünüşü köylülerce yadırgansa da o bu huyundan kutsal bir yemin gibi vazgeçmiyordu. Her defasında nirengisi tren garı olan toprak yola düşünce kendini sahne ışıklarından mahcup bir o kadar da kibirli mankenler gibi görüyordu. Öldürmeye alışkın gladyatör mağrurluğuyla yürüdü istasyon binasına. İstisnasız her sabah bekleme salonuna geçer orayı bir nevi köy kahvesi gibi kullanırdı. Çavuşu tam karşısına alacak şekilde konumunu belirler bacak bacak üstüne atardı. Bu gövde gösterisi eskiden beri süregelen bir davanın eseriydi. Zamanın oltasına takılıp kulaktan kulağa üflenen fısıltılar vasıtasıyla çığa namzet bir kartopu gibi büyüyen dedikodular yığını işin aslını buldurmayı engellemişti yıllarca. Reşit de Çavuş da kendilerine miras bu husumeti itiraz etmeden kabul etmişlerdi. Çocuklarına devredene kadar bu kavga kendilerine emanetti. Gergin havayı bölen birkaç yolcu dışında aşina olunan bir başka yüz de Harun’unkiydi. Babasının iş yerine belirli aralıklarla gelen Harun kâh duvarın dökülen sıvasını sökerek kâh düdük çalarak mesaisini doldururdu çoğu zaman. Tren saati gelip çattığında ahşap traversleri sayar, dumanlar arasından çıkagelen kondüktöre el sallardı. Grili siyahlı taşların arasına gömülmüş tahtaların ağır kokusuna paslanmış raylar eşlik ediyordu. Ayağındaki lastiklerin çamurunu temizlemek için rayları kullanan Çavuş’un oğlu rayları döven trenin sesini duyunca geriye doğru hamle yaptı. Arkasında beklemediği bir direnç hissedince şaşırdı. Reşit damarlarında dolanan kanın coşkusuyla sopa darbeleri almış köpek gibiydi. Harun’un gözbebeklerini titreten korku ses tellerini koparıp atmıştı sanki. Rayları döven trenin sesiyle iyice cezbe gelen Reşit damarlarındaki yangını alınmış bir intikamın soğukluğuna devşirmişti. Tren geçip gittikten sonra geriye sahibinden ayrı lastikli bir ayak kaldı.

Çavuş, hayatı sırtında kambur gibi yaşayan biriydi. Lacivert, köşeli kasketli üniformasıyla çektirdiği vesikalık yatak başında asılıydı. Nefeslerini karne usulüyle aldığı şu vakitte yakın zamanda yaşadıklarını unutup eskilerin bir bir yakasına yapışması ev ahalisini hayrete düşürüyordu. Kapattığı göz kapaklarından her an farklı bir defterin kapağı açılıyor, itinayla sahneleniyordu. Kalp grafiğinin aksine durgun bir hayat yaşadı. Amca, abi, kardeş ile üç ailelik toplu yaşamın ilk isyan bayrağını o açmış, evini ayırmıştı. Yüzündeki her leke güneşin çentikleriydi. Etrafındaki meşgaleler ile bugüne gelmenin muhasebesini yapmıştı her fırsatta. Kendini tartıya koyduğunda ilmeği de boynuna geçirmenin arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Elinde iki kız kardeş, iki kız, bir de sakat oğlan kalmıştı. Şimdi ağırlaşan bu odada ölümün demini almasını beklerken gözünü diktiği beyaz badanalı duvarı üzerine giyiyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir