FAALİYETLERİNE PATNOS’TA BAŞLAYAN EVLİLİK ŞEBEKESİ TÜM TÜRKİYE’Yİ DOLANDIRDI! BİRAZDAN!
– Vay vay vay! Görüyor musun hanım, kız abisiyle bizim kart enayileri nasıl tavuk gibi yolmuş! İstasyonun ağzında oturan Piç Hasan da Suriyeli getirdi dedilerdi bıldır, duruyor mu ola onunki?
– Televizyonun sesini biraz kısmanız mümkün mü?
Lastik paçalı pijamasını çorabının içine gerginlikle sokup bir kolunu başının arkasına yastık yapmış hasta, eliyle işmar etti kumandayı tutan hanımına. Memnuniyetsizliğini homurdanarak ayan eden ihtiyar yan yataktan da aynı taarruzu görünce oda arkadaşına sırtını döndü. Televizyona göz ucuyla bakmayı ihmal etmiyordu ama. Parkta kuracakları oyunun senaryosunda anlaşamayan iki çocuk gibiydiler. Bir tek gözlerine kum atıp savaş meydanından ayrılmaları eksikti. Zoraki bir araya getirilmiş bu iki insanın tek ortak yanları hastalıklarıydı. Kablo ve ses yumağının içinde göz ucuyla bana baktı genç olan. Pencerenin diğer yanında olmak beni seslerden yalıtıyordu ama görüntülerin dilinden özenli bir alaka mı çıkarmalıydı yoksa sıkılmış bir başın refleksi olarak mı algılamalıydı bu bakışı, kararsız kaldım. Ortası çökmüş yatağa rengi solmuş bir logonun desen yapıldığı bir çarşaf giydirilmişti. Sağ yanındaki kumandayla kendine oyun icat eden genç hasta yatağın her hareketinde kıvrılan logoyu zevkle izliyordu. Geçmişten gelen çizme merakıyla yeni tasarımlar üretip zihnini meşgul etmeye çalışıyor, odaya giren çıkanlar hakkında senaryolar uyduruyordu. Görünürde hiçbir hastalığı yoktu ama gözlerinden hastanenin soluk duvarlarına ayak uydurduğu belliydi. Bu yüzden belki de kanatlarıma kaçış rampası muamelesi yapıyordu. Varlıklarıyla yer kapladıklarını düşündükleri bu odada gerçekten ne kadar var olduklarını ya da ne kadar var olmak istediklerini -dile getiremeseler de- sorguluyor, bu teraziden nur topu gibi bir can sıkıntısı devşiriyorlardı.
Yağmurun çamur olarak indiği pencereden kanat çırpıp iki alt katın eşiğinde buluyorum kendimi. Beyaz önlüklerden deri değiştirir gibi sıyrılan iki intörnün gündeminde hükümetin sağlık politikaları var. Demek ki henüz gelmişler viziteden. Gözlerimi güneşin ışığına kısıp her gün aşağı yukarı aynı seyreden genelden özele sohbete kulak kabartıyorum. Hükümetten bakanlığa akabinde hastane yönetiminde baş üstünde baş koymayan genç doktorlar ibadet ciddiyetiyle konu başlıklarını başlarından savdıktan sonra nihayet bireysel konulara, spor müsabakalarına yer veriyorlar muhabbetlerinde. Bu kısımda hastanede dönen çarpık ilişkiler, göreve yeni başlayan personel, izne ayrılan doktorlar –kendilerini konumlandırdıkları yer itibariyle mesleklerine yakıştırmasalar da söylemeye can attıkları birkaç küfürle birlikte- konuşuluyor. Ziyaretçisi bol bir heykel biçiyorlar kendilerine konuşmanın sonunda. Üzerinde ilaç tanıtımı olan not defterlerinden alıyorlar hınçlarını dertlerini anlatamadıkları hastaların yerine. Doktor odası sakinleri de böyle işte. Unvanlarına duydukları beğeni ile -şahsi kutsiyetlerini tamamlayamayıp- görmeyi arzuladıkları saygı arasında kesin bir noktada bulunamıyorlardı. Çelişki omuzlarından inmiyordu bir türlü. Ben iniyorum, giriş kata. Başka bir kargaşaya gebe başka bir pencereye.
Metal çatal kaşık seslerinin ağız kavuran bardaklara kavuştuğu bir yemekhane burası. Hastanede yeterince mikrop yokmuşçasına afişteki hijyen kelimesinin yüzünü kara çıkarmamak namına takılan bone ve eldivenler eğreti durmaktan kurtulamamış. Yemekhaneden sorumlu personel Zeynel yemeklerin yeterince tatsız tuzsuz olduğuna ikna olunca tabldot savaşlarını başlatmak üzere salıyor dört tekerli arabalarını servislere. İki öğün arasındaki saltanatında pencere kenarına oturup sigarasını küllendirmeyi ihmal etmiyor. En dar pencere onunkiydi. Beni görünce katiyen boş geçmez krallarının nimetlerini önüme sererdi. Sigaradan sararmış bıyıkları, boynuna astığı gözlüğüyle kederli bakışlarını tamamlar, yine de gülecek bir şey bulurdu. Onun da kendine göre bir nüfuzu, rutini vardı. Mesaisinden kırptığı dakikaları 4C Bülbüller otobüsüne denklerdi. Hastanedeki her grup gibi kendisinin olmasa burasının batacağını söyleyip keyiflendi. Saçlarını döktüğü başını güneşten ziyade rüzgârdan korumak için şapkasını taktı, çıkış kapısının yolunu tuttu.