Tuğçe Öcal – Ayberk’in Yürüdüğü
Tuğçe Öcal – Ayberk’in Yürüdüğü

Tuğçe Öcal – Ayberk’in Yürüdüğü

Ben Ayberk, karşınızdaki bu Tümülüs benzeri toprak yığını da benim mezarım. Öldüm. Yirmi üç yaşımdaydım. Anamın dediğine göre taze fidanlar gibiymişim. Dal dal, kol kol olacağıma kurumuşum. Toprağın derinlerine kök salacağıma toprak olmuşum. Mezarım sayılan bu toprak yığınının tepesinde sızlayan bağrını döven kadın da anam. Bakmayın böyle küçülüp gittiğine, doksanlık neneleri andırdığına. Kırk dört yaşında benim anam. Kızlık zamanlarından miras kalan bir hastalık ne kadın olduğunda ne de beni doğurduğunda terk etmiş anamı. Anam da her geçen gün küçülüp gitmiş ama hiçbir şey böylesine benim ölümüm kadar un ufak etmemiştir onu.

Ben, kalbi üzerinde söz sahibi olamayanlar zümresindenim. İnsan içinde taşıdığı, benliğini oluşturan herhangi bir parçaya söz geçiremez mi hiç? Ben geçiremedim. Boyuna yaş damlatan gözlerime söz geçiremiyorum mesela. Beni bir vefasızın kapısına taşıyıp duran ayaklarıma söz geçiremiyorum. Kapı açılmayıp bir duvara dönünce sıktığım yumruğa söz geçmiyor. Her sesi onun sesi sanan kulaklarıma da söz geçiremiyorum. İradesiz bir insan sayılabilirim. Yani sayılabilirdim. Vücudumda bulunan hiçbir parça beni dinlemiyor. Hepsi başına buyruk hareket ediyor. Örnekleri çoğaltsak söz geçiremediğim her zerremle buradan Fizan’a yol yaparız.

Bir zamanlar -bir zamanlar dediğim bundan beş yıl kadar önce- böyle değildim ben. Kahveye gidip türkü dinler çay içerdim. Arkadaşlarımla sigara içip sabahlara kadar çiğdem çitlerdim. Göl kenarında yürürdüm. Her insan kadar ne az ne çok kararında yürürdüm. Yorulduğum zamanlarda bir akasya ağacının gölgesine oturup kitap okumuşluğum bile görüldüydü. Olmuş olan olduktan sonra damarlarıma umut zerk etmedim hiç. En yakın arkadaşım, arkadaştan öte kardeş bildiğim Ertuğrul burada, tam bu akasya ağacıyla gölün ortasında bağırdıydı yüzüme: “Âşıkların iki âlemde de yüz karasısın oğlum sen!” dediydi de yüzüm allak bullak olduydu. Gözlerim Ertuğrul’da değildi, gölde değildi, akasya ağacında değildi. Gözlerimin nereye baktığı hiç belli değildi ama yine de bir damla süzüldü o gözlerden. Ertuğrul daha acı konuşmak isteyip kendini zor durdurdu “Sana söyleyecek çok sözüm var ama söylememek daha doğru.” deyip köye doğru yola koyuldu. Arkasından öylece baktıydım. Huzursuzluğumu attığı her adımda hissetmiştir, eminim. Yine de oralı olmadan yoluna devam etti. Harlı bir bıçak kalbimi kırk dört yerinden deşince gölün hemen kıyısında bulunan ince toprak yolda yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm… O gün öğrendim çaresiz hissettiğimde yürümeyi ben. İlk adımlarını atan bebeler kadar ürkek değildim ya da ayağa kalkmaya çalışan taylar kadar toy. Ama diğerlerinde olmayan bir eksiklik belki de bir fazlalık hep şuramda durdu. Buramda işte. Elimle dövdüğüm zaman yanıp yıkılan bu yangın yerinde.

Gözleri maviydi. Hâlâ daha çok güzelmiş, annem söylediydi oradan biliyorum. Ben yalnızca omzuna dökülen kumral saçlarına aşinaydım. Bir de rüzgârın taşıdığı kokusuna. Arkasından kaskatı kesilmiş bakarken gölgesinin bile kalp sesini duyardım. Onun dönüp bana bakma ihtimali içimi ürpertmeye yeter utanırdım. Saklanacak delik arasam bile yerimden milim kıpırdayamadan sabit kalırdım. Zaten kıpırdamaya kalksam geçtiğim her yerde iz bırakırdım. Hiç gidemediğim köylerde, kasabalarda, şehirlerde hatta ülkelerde dolaştım cümle cümle. Her hikâyede başka bir kahramanın kaderini kendime bağladım, yollarını ona çıkardım. Duymadığı ne varsa öykülerle, romanlarla bağırdım. Daha çıkmadan kaybettiğim seferlere varamadığım menzillere ağladım ama Ertuğrul’un sandığı gibi bir yüz karası hiç olmadım!

Duvara monte edilmiş kahve televizyonunun kanalları gezilirken bir yerde takılmışlar. Spikerin anlattığına göre tüm dünyada bir hastalık çeşidi peyda olmuş: Anksiyete. Garip bir kaygı hâli. Babam yüzünü buruşturarak dinlemiş “Aynı hafakan işte bu” demiş. “Senin oğlan da bu hastalığa yakalanmış olmasın?” deyip gülüşmüş kahve ahalisi. Bozulduğunu belli etmeden çayını yudumlamış babam. Zoruna gitmiş ama ses etmemiş. Mutfakta anneme fısır fısır anlatıyordu, oradan duydum. “Sanki diğerlerinin bizim oğlandan bir farkı mı varmış? ” diye karşılık verdi anam, üzüldüydüm. Sonra kızdı babama. “Oğlan sanki bir bedel ödüyor gibi kavruluyor gözümüzün önünde sen susuyorsun. Ciğeri beş para etmeyen adamların diline düşüyor, sen öylece çayını yudumlamaya devam ediyorsun. Gel gör ki bebelerden biri oğlana laf edecek olsa aslan kesilip eline geçen taşla sopayla milletin çocuğunu köyün delisi gibi kovalıyorsun be adam!” dedi. Babam yine ses etmedi. Öfkesini alamadı anam “Bir daha senin soyundan benim de canımdan çıkıp gelen bu oğlana laf ettirirsen eve gelme, cürmünü bil.” dedi. “Ben bilmiyor muyum senin neden sustuğunu?” dedi dişlerini sıkarak. Anamın bildiğini bende biliyordum elbet. Hepimiz biliyorduk babamın benden nasıl utandığını. Kahveye en son gidişimde o sigara kokulu daracık pis tuvaleti kullandıktan sonra düşmüştüm, çok utanmıştı babam. Yirmi yaşında oğlunu üç arkadaşıyla birlikte kaldırıp üstünü başını toparlamak, batan yerlerini temizlemek onu yerin dibine sokmuştu. Bir daha da kahveye gitmemiştim o günden sonra. Babamın da ayağı uzun süre kesildiydi. Köy ahalisi konuşacak başka şeyler bulunca, köyün içinde başkasının hakkında fısıltılar dolaşınca babamın içi ferahladıydı, kahveye gitmeye o zaman devam ettiydi. Bir de yaşarken lise birinci sınıfa gittiğim zamanlarda bir çift mavi göz ip atladıkları alana engel oluyorum diye olanca gücüyle tekerlekli sandalyemi itmeye çalıştıydı da güç yetiremediydi. Sonra da bütün kızlar oflaya poflaya okulun arka bahçesine gitmişlerdi. En çok o gün ağlamışımdır yürüyemediğime. Hâlen üzülürüm. Bu dünyada en çok ölüler üzülürmüş onu da gördüm. Şimdi bu toprak yığınından çıkarsalar beni dön hadi dünyaya deseler hızlı adımlarla yine de anama babama yürürüm. Yine de o mavi gözlere yürürüm.

Her şeye rağmen aile denilen mefhumun iyileştirici gücü beni sarıp sarmalıyordu. Anam yürümekten şişen ayaklarıma şifalı otlar kaynatıyordu. Kendi ciğerleri sökülüp eline de gelse gözü görmüyor, görmeyen gözünden damlayan yaşları elinin tersiyle silip benim su toplayan tabanlarımı dualar okuya okuya ovuyordu.

Babam, tane tane dökülen sızıma iyi gelecek otlar kâinatın neresindeyse daha çok bulup getirseydi keşke. Anam, ayaklarıma şifalı otlar kaynatıp su toplayan yaraların ağrısını aldığı gibi yüreğimdeki acıyı da söküp alabilseydi keşke!

Otlar tesir edip ayaklarım hafif karıncalanınca evin içinde volta atardım yine. Sanki anamla ve babamla, babamın toplayıp getirdiği, anamın da kaynattığı şifalı otlarla savaşıyormuşum gibi. Yürüyüp gitme düşüncesi zihnimi ele geçirmiş gibi. Attığım her adımda ensemde hissettiğim o el artık yokmuş gibi. Attığım her adımda biri arkamdan ses etmiyormuş gibi.

Evdeyken hep aynı şeyleri yapardım. Camdan dışarı bakardım önce evin arkasındaki yüce dağların zirvesine dikerdim gözlerimi. Derin derin iç geçirirdim. Sonra aşağı tarafta boylu boyunca uzanan bayırda koşarken yüzüme çarpacak olan rüzgârın serinliğini hissederdim. Yürümeyi yeniden hayal etsem acımasız bir ses gelir bana bunun imkânsızlığıyla saldırırdı. Yüzlerce görüntü gözlerimden beynime kadar sızar yine bu tekerlekli sandalyenin üzerinde bulurdum kendimi. Aynı salyangozun yuvasını terk edememesi gibi… Okurdum bende. “Kendini bilen, Rabbini bilir. Kendimi bilmiyorum Rabbim, bildir!” der okumaya başlardım.

Gerçi kendimi bildim bileli de böyle olurdu. İlkokulu babamın sırtında tamamladığımda da yürümeyi hayal ederdim anam bir sandalyenin üzerinde oturmaktan açılan yaralarıma şifalı otlar sardığında da. Ertuğrul, akasya ağacıyla gölün ortasında bağırdığında yüzüme: “Âşıkların iki âlemde de yüz karasısın oğlum sen!” dediğinde mesela, sevdiğim kızın kapısına utanmadan varmayı, elinden tutup koşmayı hayal ettiydim. Olmadı. Yirmi üç yıldır olmadı. Otuz beş yıl daha yaşasaydım da olmazdı. Ertuğrul’a: “Kolay mı lan insanların benimle sadece acımak için konuşmasını görmezden bilmezden gelmek?” diye bağırdım ama içimden, duymadı. Dünyanın en biricik çaresizliğini taşıyorum ben içimde. Taşıyamıyorum hatta. Bedenimi sürüklediğim gibi ellerimle sürüklüyorum onu da peşim sıra. “Okumak iyi geliyorsa oku!” diyen acıyıcılara aynı babama benzeyerek cevap veriyorum. Ne kadar bozulduğumu belli etmeden sırf normal bir insanmış gibi yapabilmek için hayata dört elle sarılıyormuşçasına “Gidemediğim yerlere okuyarak gidiyorum.” diyorum. “İçimin dehlizlerini kitaplarla keşfediyorum.” diyorum. Laf! Çok okuyan mı çok gezen mi bilir oğlum Ayberk?

Dizlerime olanca gücümle vuruyordum böyle zamanlarda. Kızım olaydı da dövünmelerim boşa gitmeyeydi. Kim varacak bana? Ayberk’e? Yarım adam Ayberk. Buralardaki en çirkin kız bile burun kıvırırdı bana. Varlığı yokluğu asla fark edilmeyen, yaşadığı anca öldüğü zaman anımsanan adam Ayberk. Hayalimde katlayarak büyütüyordum en acı gerçekleri. Sonra da altında eziliyordum hepsinin. Bilmiyor muydum kimsenin bana varmayacağını biliyordum, hadi olmadık bir sebepten birisi vardı diyelim. Çocuğumun olamayacağını bilmiyor muydum? Biliyordum. Kendimle alakalı acı verici bütün gerçekleri en iyi ben biliyordum.

İkindiden sonrasıydı. Vakit akşama çalıyordu. Bayırla gölün kavuştuğu yer kızılımsı bir yeşillikle karanlığa gömülecekti birazdan. Akşam olmadan, akşam olup da sabaha kavuşmadan gidecek çok yerim vardı. Açtım bir kitabın kapağını ağırlaşıp ağdalaşan acılarımı dayadım sandalyemin kenarına yürümeye başladım. Çünkü başkalarının acıları üzerinde adımlamak hep daha kolaydı. Güneşin kanayışı çoğalıyor vakit ilerledikçe kızıllık artıyordu. Oralı olmadım. Başım döner gibi oldu, sandalyemin tekerleklerine baktım. Hareket yoktu. Güneş tamamen silinince odayı aydınlatacak olan lambaya baktım. Yürüdü sanki ya da bana öyle geldi. O an öyle sandım. Rüzgâr camın önündeki tozları önce süpürdü sonra yenisini getirdi.

Ne diyordu yazar? “Muhakkak ki, şehirlerinde insanlar gibi birbirine benzemeyen uyanışları sabahları var.” Öyle bir sabaha uyandı tüm kasaba. Her hane ayrı bir şiddetle sallandı. O vakte kadar hiç düşünmediğim bir şeyi düşündüm. “Öleceğiz!” diye bağırdım. Ağzımdan çıkıverdi birden bire. Oysa ne kadar burun kıvırsam bile canım yansa bile benden önce ölen iki bacağım hiçbir işe yaramasa bile yaşamayı seviyordum. İrili ufaklı kayalar geçti pencerenin önünden sarsıntı şiddetlendi. Yapmam dediğim ne varsa yapıp kendimi sırtımdan bıçaklamaya heveslendim. İçimi alıp yolculuklara çıkartıp en olmadık yerde yarı yolda bırakmaya niyetlendim. En çok ben kandırmak istedim kendimi en çok ben yaralamak… Olmadı.

Çürümüş ağaç kökleri dalga dalga kasabaya doğru yaklaşan toprağa karşı koyamadı, ayrıldılar yerinden. Kahkaha attım. Anamla babam aklımı yediğimi sandı. Dehşetle bakıyorlardı. “Düşünsene ana öleceğiz!” dedim yeniden. Sandalyemin kenarlarından güç alarak ayağa kalktım. Babamın hayreti çoğaldı ama kısa sürdü. Hasta anamı bükülmüş belinden tutup evin tahta, mavi kapısına yöneldi. Anam, babam onu bir kilim gibi sürüklerken “Beni bırak oğlanı al!” diye bağırıyordu. Toprak hızlandı kasabanın üzerini örtmeye kararlıydı

Olduğum yerde öylece durdum. Babam “Oğlum yürü!” diye bağırdı, duymadım. Anam “Ayberk kurbanın olam kıpırda!” dedi kulak asmadım. Heyecanımdan etrafa tükürükler saçarak bir şeyler söyledim, ne dediğimi ben bile anlamadım. Babam bir daha ses etti “Ayberk!” diye canhıraş bir feryat koptu. Sağ bacağım dizimden kırıldı ve ayağımla yerin arasında belli belirsiz bir boşluk oluştu. Belimden aldığım güçle kapıya sırtımı döndüm, evin arkasındaki pencereden üzerime gelen celladıma hoş geldin dedim, ilk adımımı attım.

Ben, kalbi üzerinde söz sahibi olamayanlar zümresindendim. İnsan içinde taşıdığı benliğini oluşturan herhangi bir parçaya söz geçiremez mi hiç? Bedenini kontrol edemez mi? Ben bu dünyadan salyangozlar gibi sürünerek geçtim.

t e k b i r i z i m b i l e y o k .

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir