Gecenin karanlığında, uzak mı uzak diyarlardan; gözlerine beyaz bir perde inmiş, diline zamanın kepengi vurulmuş, uzun şallar giyinmiş, kara tülbentler örtünmüş sırtında kamburuyla bir kadın girdi şehre.
Etrafına şöyle bir göz gezdirip bütün gözlerin dudaklarında, kulakların bu dudaklardan dökülecek kelimelerde olduğundan emin olduktan sonra devam etti:
Kambur dediysek de öyle hilkat garibesi sanmayasınız bu kadını. Gözleri görmez belki ama kulakları çok keskindir. Dili susmuştur amma; yüzüyle size öyle bir bakar ki nice diller edemez onun ettiği kelamı. Velhasıl öyle düşkün, suskun, güçsüz değildir. Dedim ya, gecenin karanlığında girdi şehre bu kadın. Ha, şehir onun geldiğini fark etti mi, bilinmez. Masal bu ya, belki de fark etmiştir. Biz iyisi mi devam edelim.
Şehre girince şöyle bir süzdü kadın önünde upuzun uzanan, sonsuz gibi görünen sokağı. Sakın bana bu kadının gözü perdeli değil miydi nasıl görüyor demeyin! Efsunlu belki de bu kadın. Belki görmüyordur ama duyuyordur; belki duymuyordur da sadece hissediyordur. Nasıl yapıyorsa yapıyor ama bu upuzun sokağı süzdükten sonra bir ağlamadır tuttu bu kadını. Sanki burnundan içeriye hava değil de ateş çekiyordu. Ağladıkça ağladı, ağladıkça ağladı… Neden sonra sustu aniden. Kulağına tanıdık sesler mi gelmişti neydi. Dinledi iyice. Dedik ya kulakları çok keskin bu kadının. Etrafındaki ağaçlar ona konuşuyordu sanki. Hışırtılarla yükselen bazı konuşmalar bile geldi kulağına. Çok tanıdıktı bu hışırtılar. Çok serinletici, teskin edici, kendinden bir parça gibiydi hatta sanki kadın o hışırtılardan bir parçaydı. Anladı. Geldiği ülke gibi değildi burası. Burası ona hem çok uzak hem çok yakındı. Ağaç hışırtılarını dinlemeye devam etti. Bir süre sonra ağlaması tamamen bitmişti.
Elinde tuttuğu ağaç dallarıyla hışırtı yapmayı bitirdikten sonra ihtiyar adam, bazısı uyuyakalmış, bazısı hala merakla kendisini süzen gözlere bakıp bugünlük bu kadaaaarr, dedi. Bunu demesiyle uyuyakalmış bazı çocuklardan birkaçı da gözlerini açtı. İstemeye istemeye, oflaya puflaya tuttular ablalarının, abilerinin ellerinden doğruca ev yoluna düştüler. Anne babaları yoktu yanlarında. Onlar bu işler için artık büyümüşlerdi.
Herkes çıkıp da ihtiyar adam tek başına kaldığında, köyün hemen dışında bulunan barakada artık ışıkların sönme zamanı gelmişti. Tam arkasını dönüp gaz lambasına yürüyecekti ki ellerini arkasında kavuşturmuş bir kız çocuğunun ona meraklı gözlerle baktığını gördü. İrkildi ilk başta ama çok kısa bir andı bu. Hemen yumuşak ve ağır adımlarla kıza doğru yürüdü. Eğildi, kızın tam gözlerinin içine baktı. Yemyeşil çayırlar gördü. Sen ne bekliyorsun yeşil gözlü peri, diye sordu kıza. Kız hala elleri arkasında sırrını biliyorum, deyip hızla çıkıp köye doğru koşmaya başladı. Bir şey yapmadı ihtiyar adam. Köylünün birkaç günlüğüne kalması için verdiği bu barakada sır kelimesinin anlamını düşünüp ışığa doğru yürüdü.
Ertesi gün erken uyandı ihtiyar adam. Çocukların akşam gelirken getirdikleri çıkınlardan yiyecek bir şeyler bulup güne başladı. Hazırlıklarını titizlikle ama biraz aceleyle yapmaya koyuldu. Çocuklar akşam yine gelecekti.
Zaman geçti, gün batımı kuşlarının sesleri kesildi, ortalık yıldızlara ve çocuk ayaklarının seslerine kaldı.
Herkes geldiğinde ihtiyar adam sedirine çıktı. Gözleri yeşil periyi aradı. Onu gördü ve sözlerine başladı:
Ağlaması tamamen bitmişti kadının. Şimdi önünde durduğu bu şehir ve sokak o kadar da sonsuz gelmiyordu ona. Başladı ilerlemeye. Ben diyeyim yedi gün, siz deyin yetmiş gün yürüdü. Günün birinde bir dere kıyısına geldi. Kuş cıvıltıları duydu ilkin sonra suyun çağıldamasını. Burnuna taze çimen kokusu doldu. Genzi yanar gibi oldu. Torağın altında hareket eden canlılar hissetti. Onlara basmamak için dikkatle attı adımları. Derken dere kenarında bir kulübe gördü. Çok sıcak geldi ona bu kulübe. Bir bağ hissetti onunla. Koşup kapıyı çaldı, kapı kendiliğinden açıldı. Ev sanki buyur ediyordu onu. Kollarını açmış bağrına basıyordu. İçi huzurla doldu kambur kadının. Yüzü gülüyordu. Etrafa bakındı, tavanı seyretti, sandalyelerde oturdu. Uzun süre bekledi, yabancı kimse gelmedi. Gelmeyeceğini biliyor gibiydi ama yine de bekledi. Kimsenin gelmeyeceğinden emin olduktan sonra geceyi burada geçirmeye karar verdi. Hiç yabancılık çekmediği en yumuşak tüylerden de yumuşak yatağa kendini atıp derenin ağır ağır çağıldamasıyla uykuya daldı.
Gözünü açtığında uyuduğu yerde değildi kambur kadın. Gece periler mi gelmişti yoksa ismi lazım değiller mi bilinmez ama burada ne ağaçların hışırtısı ne kuşların cıvıltısı ne de derenin çağıldaması vardı. Çok yabancıydı burası, soğuktu. Korku içinde bir o yana bir bu yana attı kendini kadın. Ortalık zifiri karanlıktı. Dışarıdan yırtıcı hayvanların sesleri geliyor, gök gürlüyor, uyandığı yer sanki kara bulutlar içinde bir o yana bir bu yana yalpalıyordu. Tam o anda, ilk defa içine bir şey düştü kadının. Bir fikir değil hayır, bir his. Sanki birden yok olup gidecekti. Ellerini kaldırmak isteyecek ama kaldıramayacaktı. Söylemek isteyecek söyleyemeyecekti. Duymak isteyecek ama hiç ses olmayacaktı.
Masalın tam bu noktasında ihtiyar adam durdu. Herkes nefesini tutmuş, kimisi korkuyla da olsa pür dikkat adama bakıyordu. Biraz ara verelim ha çocuklar. Bugün bitecek ama söz. İhtiyar adam verdiği sözle çocukları rahatlatınca yanındaki testiden su içti. Pencereden dışarıya baktı. Birini gözler gibiydi. Gözlerindeki gölgeye bulaşmış hafif bir endişe vardı yüzünde. Başını çevirirken yeşil gözlü periyle karşılaştı bakışları. Sükûn etti. Rahatladı. Biraz aceleci, haydi çocuklar, bitirmemiz lazım. Gitmeliyim artık bu gece, diyip sedirine kuruldu iyice:
Kambur kadının içine bu his düşünce ne oldu dersiniz?
Birden gözlerindeki beyaz perde kalktı. Masal bu ya, artık etrafındakileri kulaklarıyla, elleriyle, hisleriyle değil gözleriyle görüyordu, gerçek gözleriyle. Ama ne gözler. Yemyeşil, parıl parıl, rüya gibi gözler. Görenin aklını başından alacak, çöllere düşürecek gözler. Gözleri açılınca bir yolunu bulup bu karanlık, ürkütücü, korkutucu yerden kurtulmaya çalıştı. İçinden bir ses aşağıya doğru bakmasını söyledi. Eğdi başını ve kendisine doğru ağır ağır gelen bir şık demeti gördü. Elini uzatıp tuttu ışığı. Işıkla beraber günleri haftalara, haftaları aylara, ayları yıllara katıp gezip dolaştı. Bir ıssız bucaksız ormanlara girdi, bir okyanusların en altına. Bir gökyüzüne çıktı, yıldızlarla birlikte geceleri aydınlattı, bir kalabalık şehirler ortasında oyalanıp yüksek yüksek binaların kuruluşlarını seyretti. Amma bir gün öyle bir yere geldi ki…
Çocuklardan biri “Amanın!” diye bağırdı. Birkaç gülüşme duyuldu. İhtiyar adam anlatmaya devam etti:
Bir an o ışık demeti bile onu bırakıp gidecek sandı. Dağlardan yüce, ateşten daha ateş şelaleleri olan, kızgın bir diyardı burası. Bir dokunsan buhar ederdi. Beni bırakma dedi kadın ışığa, beni burada bırakma. Işık bırakmak istemiyordu ama ateş çok güçlüydü. Işığı kendisine çekmeye çalışıyor, onu kendinde eritmek istiyordu. Nihayet son bir gayretle kadını da alıp çıktı o diyardan. O diyardan çıkmış olmasına çıktı ama artık yıllar yılı çok yorulmuştu ışık. Son kez tüm gücüyle parladı ışık. Kadını alıp bilinmeyen bir diyarda bilinmeyen ufak bir köyün ortasında bırakarak ona elveda edip yokluğa karıştı.
Kadın hayatında ilk defa sırtındaki kamburun ağırlığını o an hissetti. Etrafına bakındı, güneş batmak üzereydi. Pek de korkutucu bir yere benzemiyordu burası. Karşıdan kendisine doğru gelen bir grup çocuk gördü. Kimisi daha büyük, kimisi daha yenice yürümeye başlamış. Kambur kadın birden kendisinin de onlar gibi kısaldığını, ellerinin küçüldüğünü fark etti. Çocuk olmuştu artık kadın. Başındaki tülbent beyaza dönüşmüş, uzun şallar tüy kadar hafif kıyafetlere dönüşmüştü. Çocuklar yanına gelince onlara buranın neresi olduğunu sordu. Çocuklar, burası masal köyü, dedi ve devam etti. Hatta biz şimdi bir masal dinlemeye gidiyoruz. Köyün dışındaki barakada bize masal anlatacak biri var. Sen de gel.
Gözleri yeşil yeşil parlayan kız, daha önce hiç masal dinlememişti. Merakla takıldı çocukların peşine. Köyün dışındaki barakaya geldiklerinde herkes heyecanla içeriye doluştu.
En son yeşil gözlü kız girdi içeriye. İçeri girdiğinde, çocukların biraz yüksekçe bir sedirde kurulmuş olan ak saçlı, ak sakallı bir adamın karşısında oturduklarını gördü. İhtiyar adam, kıza, onu ezelden beri tanıyormuş gibi baktı. Kız ise ona sadece yeşil yeşil baktı ve tam karşısında bir yer bulup oturdu. Kız oturunca ihtiyar adam söze başladı:
– Uzak mı uzak diyarlardan, gecenin karanlığında; gözlerine beyaz bir perde inmiş, diline zamanın kepengi vurulmuş, uzun şallar giyinmiş, kara tülbentler örtünmüş sırtında kamburuyla bir kadın girdi şehre.
İhtiyar adam, son cümlesini kurarken karşısında oturan kızın yeşil gözlerinin tam içine bakıyordu. Herkes o an başını çevirip bu yabancı kıza baktığında gözlerinin yeşilini ve sırtının kamburunu ancak fark etmişti. Büyük bir merakla tekrar ihtiyar adama döndüklerinde adamın orada olmadığını görmüşlerdi…