Önce kitabın adından yola çıkalım istersen. Beklemek şiirlerinin temelini mi oluşturuyor? Kitabın kapağından ismine beklemeye dair bir anlam yönelimi mi söz konusu?
Samimi duygularla yeterince bekleyen her insan nihayete ulaşır sanıyordum. Bir konuda bedeller ödedikten sonra ödülü ummak makul olur diye düşünüyordum. Fakat bunların hepsi daha fazla bekleyişten başka bir şey getirmedi. Malum, dualar ve umutlar ıskartaya çıkmakla meşhurdur.
Bu durumların duygusal yoğunluğu yükseldiğinde yazardım. Zihnimdeki kapılar, pencereler açılırdı. Hayal kırıklığına iyi gelmesi için değil de onu daha özgün ve kısa ifadelerle anlatabilmek için belki de. Onu süslemek ve beklenilecek bir şey haline getirmek için. Beklenen gelmeyince, geleni beklemeye layık görebilmek için.
Kitabın kapağı Mahmut Doğan’ın eseridir. İlk gördüğümde İskandinav mitolojisinden çıkma bir yarı canlı korkuluk görseline benzettim. Kötücül ve mistik. İddialıydı ve içeriğe dair bir şeyler anlatıyordu. Pek beğendim. Şiirlerin çoğuna temel oluşturan bekleyiş, kapakta karaktere, renge bürünmüştü. Özetle evet.
Kitapta toplam yirmi dört şiir var ve bu şiirlere baktığımızda kitabın kendi adını taşıyan bir şiir yok. Bu durum şu soruyu akla getiriyor: Şiirler hangi yönüyle kitabın ismiyle ilintileniyor? Önceki soruyla bağlantılı olarak tüm şiirlerin çatısını ‘Beklemek’ üzerine mi kurdun?
İlk başta şiirlerimde inşa yoktu. Sonraları yalnızca düzenleme yaparken bir inşaya giriştim. Bu durumda da şiirdeki mevcut duyguyu en iyi aktarabilecek kelimeleri seçtim, kendimce. Yani bekleyiş, düşünsel bir temel yahut bir inşa amacı olmadı. Fakat halihazırda bekleyişin/ bekleyişlerin içinde bulunduğumdan ister istemez her şiire tesir etti.
Kavramsal değil yaşam tecrübesinde var olan bir bekleyişten bahsediyorum ama kitabın ismi bu şekilde ortaya çıkmadı. Kitap bahsi henüz açılmışken dosyayı elimde matbu olarak görebilmek için kırtasiyeye çıktı almaya gittim. Dosyanın ilk sayfası boştu ve spiralli kitapçık sahipsiz görünecekti. Şimdilik kapakta dursun, yer tutsun diye kırtasiye bilgisayarında ilk sayfaya “Bekleyişler Kitabı” yazıverdim. Ve zamanla çok ısındım bu isme.
Eğitimini sosyoloji alanında aldığını biliyorum. Bu alandaki yetkinliğini, eğitimini edebiyatla hatta daha özele inmek gerekirse şiirle bağını kurdurdun mu? Şiirlerin topluma ne ölçüde pencere açıyor ya da açıyor mu?
Şiir yazarken didaktik bir amaç gütmedim hiç. Bu bağlamda bir fayda devşirme ihtimali pek mümkün değil sanıyorum. Fakat eğitim aldığım alanın tesiri tabii ki mevcut. Bilhassa “Büyük Taarruz” şiirinde. Yakın siyasi tarih ve toplumsal tepkilerin yirmi beş senemde bulduğu karşılık olarak bakıyorum o şiire. Pencere açıyor mu, açıyor. Lakin içeriye giren temiz hava mı olur yoksa karanlık mı, bilemiyorum.
Yazma ritüellerine geçelim istersen. Nasıl yazarsın? Yazmak eylemini gayrete tabi bir keşif süreci olarak aktif bulanlardan mısın yoksa ilham perisine inanan ve onu pasif olarak bekleyenlerden misin?
Beklemiyorum ama ilham geliyor; halihazırda bir bekleyen bulunca sebebini sormadan giriveriyor içeri. Yetkinleştikçe daha hafif duygularla ve daha sık şekilde geliyor. Kolayca yakalıyor beni. ‘İşte şiir yazdım’ diyebileceğim bir metnin çıkması için ilham şart. Lakin iyi bir çalışma da şart. Zaman zaman etütler yapıyorum. Dizeler veya dize olabilecek anlar, sahneler, fotoğraflar biriktiriyorum. Yani ikisini birbirinden pek ayırt etmediğimi söyleyebilirim. İlham da gayret de tek başınayken ancak yarısını kurabilir ve kurtarabilir şiirin.
Sözcüklerin dünyasına ben çok inanıyorum. her yazarın, şairin belli sözcükleri vardır. Muhammed Durmuş’un sözcükleri neler? Yazarken veya zihin dünyanda seninle sürekli yeni imgesel anlam dünyaları oluşturuyor mu?
Ayna, gece ve deniz. Sürekli aklımı kurcalıyorlar. Şimdi de ilk onlar geldi aklıma. Muhtemelen onları veya onlara dair kelimeleri epey kullandım. Ama bu durum yenilik için iyi değil. Bu yüzden zaman zaman yasaklı kelimeler listesi yapıyorum kendime. Taze imgeler kurabilmek adına iyi bir çalışma oluyor ve hemen her seferinde bu üç kelime o listenin başındaki yerini alıyor.
Biliyorsun ki sinema, hayatımızın en önemli parçalarından biri. Filmlerle aran nasıl bilmiyorum. Çoğu yazar ve şair için bir beslenme kaynağı olan filmler var. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Şiirlerinde sinemanın etkisi var mı? Filmlerden etkilenerek şiirini besliyor musun?
Kitaptaki şiirlerden birinin adı “Wuornos ya da Vanmarsenille”. Aileen Wuornos ve Jacky Vanmarsenille karakterleri adına yazılmıştır. Monster (2003) ve Rundskop (2011) filmleri adına.
Direkt empati kurduğum pek çok film karakteri mevcut ve o filmleri çok seviyorum. Sanki hayatımın bir dönemini o karakter olarak yaşamışım yahut yaşayacakmışım gibi hissediyorum. Böyle bir hissiyata kapılmışken etkilenmemek mümkün değil tabii.
Ha, şöyle bir durum da var ki sevdiğim filmlerle oldukça iyi bulduğum filmler birbirinden ayrı oluyor genelde. Theo’nun Ağlayan Çayır’ını çok severim ama Nolan’ın Prestij’i çok daha iyi bir filmdir. İyi bir filmin değil de sevdiğim bir filmin etkisi altında birkaç dize yazabiliyorum.
Söğüt dergisindesin. Sıklıkla orada eserlerini yayınlıyorsun. Dergilerle bağın da kuvvetli. Dergah, Şiir Versus, Barbar, Panoptikon, Edebice gibi dergilerde de gördük seni. Dergiler günümüzde edebiyatın akan nehrinde nasıl bir yer kaplıyor sence?
Dergilerin ehemmiyeti öyle ya da böyle bir otoritenin onayıyla yayım yapmasından geliyor. Editörler kana hız da verebilir, pıhtılaşmasına sebep de olabilir. Her şeyi paylaştığımız sosyal medyada ise gönderilerin ipi elimizde olduğu için herhangi bir objektif değerlendirmeden söz açmak makul sayılmaz. Gel gelelim günümüz için dergiler fazla bürokratik kalıyor. Kimsenin bir dış onaya ihtiyacı olmadan kendini ortaya koyması birey olmak olarak anlatıldığı ve benimsendiği için, hayatın pek çok alanında bu sorunun uzantılarını görebiliyoruz. Kısaca editörler aklıbaşında ve objektif, şairler çalışkan ve eleştiriye açık oldukça dergiler varlığını sürdürecek ve nehri besleyen en kuvvetli arklardan olmaya devam edecektir.