Elli beşine varmış, kırk beş yıldır ustasının kendisine talim ettirdiği yoldan yürümüş, onun öğretisine halel getirmemişti. Dokuz yaşında bir tüysüzken hiç beklemediği anda ustası ona iltifat etmiş ve asırlık emaneti teslim etmişti. O zamana kadar hayallerinde bile dokunamadığı emanet şimdi ona bakıyor. Ellerini kaldırıp uzanmak, emaneti tutup kucaklamak, avazı çıktığınca haykırmak arzusu içini kavuruyor olsa da hızla nefes alıp vermek dışında hiçbir şey yapamıyor, kendine hükmedemiyordu. Ahvali fark eden usta, oturduğu iskemleden kalkıp ellerinden tuttu, emaneti elleri arasına bırakıverdi. Gönlünün en derininden kopan iki damla gözyaşı tüm sofuları utandıracak kadar saf ve dünyalık ötesiydi. Elleri emanete ilk temas ettiği anda olanları seyreden ahalinin hayret dolu gözlerini sütten daha ak bir sis bulutu kapladı. Meydandaki mucizevi sessizliği bozan köyün kadrolu delisi Veli Dayı’nın bağrışı oldu:
Hadi be güccük Osman, kim tutacakmış seni!
Aradan geçen kırk beş yılın her bir hatırası birer nota olup söylendi zihninde. Bunca yıldır taşıdığı emanetin ağırlığıyla bulut inen saçlarına toka niyetine taktığı kara gözlüğünü düzeltti. Sıcağın bunaltısıyla açtığı bağrında tüten ak tüylerin terini aldı mendiliyle ve sonra alnının terini. O ilk günkü gibi insanlar yine toplanmış, kasetten çalan müziğin sesiyle oynaşıyordu alanda. Yüzlerde mütebessim bir hava… Her yeni gelen, evlenecek çifti kutluyor, ya oyuna ya da kasetteki müziğe eşlik ediyordu. O, kendisine ayrılmış köşede, emaneti elleri arasında söz söyleyeceği anı bekliyordu. Gece ilerledi, ay doldu taştı, yıldızlar alanı seyir için gelin köyüne yanaştı. Oğlan tarafı destur istediği vakit dillendi Osman Efendi: “Ahali alanı boşaltsın! Gelin babası, damat babası alana buyursun!” Sözü emir telakki eden misafirler kenara çekilip ortaya aldı iki dünürü ve emanetin teline vurdu Osman Efendi. Osman Efendi çaldı, söyledi, iki dünür gecenin son oyununu karşılıklı oynadı.
“Sarı da zeybek bu dağlara yaslanır,
Yağmur yağar pusatları ıslanır”