Evden yine ifadesiz bir şekilde çıktı. Ne doğan güneşin, ne eskimiş kaldırım taşlarının bir önemi vardı onun için. O sadece saatlerin zembereğinin kırılmasını bekliyordu sabırla. Günlük tutma alışkanlığı kazandıran öğretmenine kızıyordu her defasında. Çünkü onun mesleği icra edilir edilmez unutulması gereken türdendi.
Daktilonun her tuşu teninden sızan kana benziyordu. Her tuş ayrı bir ihtimam gösteriyordu canını yakmak için. Yazardı o. Hem fiilen, hem mesleki olarak. Ne uzun paltosu ne yuvarlak gözlüğü ne de sigara tiryakiliği vardı. Kunduralarını paspasvari kullanır ve yazdıklarını kimse unutmasın isterdi.
Şimdi hangi harabenin tünelini kazacaktı acaba? Sıradaki cesetttt! Moloz yığınları arasında bir çığlık arıyordu. Tüm demir kesikleri bir şey kazıyordu zihnine. İyi idare edilememiş bir hayatın nefes alıyorken de biteceğini kaç kez ezber etmişti zihninde acaba. Bir binanın ruhunu teslim etmesi için illa yerle yeksan olmasına gerek var mıydı? O bu işin ustasıydı şüphesiz. Etrafında bir şeyler olup biterken hissiz kalmayı en iyi becerebilenlerden. O şıp diye tanırdı marazlı çehreleri. Ve bu enkazları kaldırmak ona düşerdi elbette.
Cerrahi ameliyatlar pek yakında tebessüm üzerine olacak dedi yazar. Siyah beyaz efektlerin mermer suratlı insanlarına gülümseme yontacak cerrahlar. Bizimkisi kaldıracak enkazları. Peki ruhu kim üfleyecek?