Öykü

Hüseyin Safa Ak – Yangın Olur

Şu kuryelik iyi iş, parasızlıktan aylardır açıkta tütün içmekten imanım gevremişti. İki gündür jelatini üstünde, hiç açılmamış bakir camel softu damat heyecanı ile açıp içiyorum. Şimdi bir dal pirzola daha yakayımda hikayemi anlatmaya başlayayım. Hikayem Yangın Olur Biz Yangına Gideriz İstanbul türküsü eksenine cereyan eden bir hikayedir. Fakat önce iki cümle ile kendimden bahsetmeliyim. Bilmem kaç tarihinde terzi Cevriye’nin ve Gırnatacı Celal’in oğlu olarak Topburnu’nda dünyaya fırlatılmış oradanda başka semtlere sekerek devam etmişim hayatıma. Seke seke giden bir hayat benimki anlayacağınız. İki gün önce uzun yıllar sonra fakülte diplomalı bir motor kurye olarak gitmiştim eski Topburnu’na. Eski mahalleme öğretmen olarak avdet etmek isterdim ama diploma cacık çıktı işte. Gerçi mahallede eski mahalle değil. Bizim eski semt kentsel dönüşüm işlerinden sonra değişmiş dediler. Varıp göreceğiz. Motorumun sandığına fındık lahmacunları koyduktan sonra arkadaş adresi söyledi. Adres Topburnu’ndan Kaymak Fikriye ablanın evini gösteriyordu. O olaylı geceye gittim: Kaymak Fikriye Abla’nın şen sesine babamın klarneti eşlik ettiği Yangın Olur Biz Yangına Gideriz türküsünün çalındığı geceye.

Kaymak Fikriye abla beyaz tenli şen şatır fıkırdak bir kız. Düğünlerde, distokteklerde, çalgılı zilli eğlenceli yerlerde oyun oynamak şarkı söylemek ise en büyük zevki. Alımlı, düzenbaz, külhanbeyi bir tip anlayacağınız. Fikriye ablanın bohçacılık yapan anası vardı: Çarşaflı Sıdıka. Birgün bu Çarşaflı Sıdıka teyze girdiği evde, evin hanımına kumaş göstereceği yerde evin beyine başka yerlerini gösterirken basılınca kocası Sütçü Bedri Amca kahrolmuş; o gün karısını talâk-ı selâse ile boşamıştı. Fakat bu acı olay onu kızı ve boynuzları konusunda iyice obsesyon sahibi yapmıştı. Sütçü Bedri bu obsesyon yüzünden işe çıktığı günler kızını da yanında götürürdü. Babanın meslek sütçülük, kızının lakabı kaymak olunca, ikiliyi seyyar bir süt ve süt ürünleri anonim şirketi‘ne benzetmek hiç de yanlış olmazdı hani …

Fakat bu paranoyalar boşunaydı. Fikriye abla gizli gizli gittiği gazinolarda, diskoteklerde eğlenmeyi devam ettirecek hiçbir kuvvet bu kızı durduramayacaktı. Ahali onun kıvrak ve şehvet dolu figürlerine aşıktı. Pek tabii bir ayağı ergenlik çukuruna girmiş olan ben de…

O gün Tıknaz Ergun’un Bahçesi’nde bir düğün vardı. Lakabı tıknaz diye Ergun abiyi kısa boylu gibi düşünmeyin. Tıknazlar, tipik kısalarla yakın boylara sahipseler de onlardan farklıdır. Sanki uzarken bir müdahale ile preslenmiş gibidirler. Kuvvetli ve dominant olurlar genelde. Malumunuz tıknazlık, tık ve nazın bileşiminden oluşuyor. Bu sözcüğün fakirde uyandırdığı intiba, uzamaya nazlanmış insanların bir süre sonra uzamaları yönündeki ısrarlardan bıkarak tık diye durmaları ve gelişimlerini enlemesine devam ettirmeleriyle ilgiliydi. Bu insanları uzun boy güzellemelerine bir tepki olarak düşünmüşümdür. Bu yüzden tıknazlar, uzunlardan ve tabii kısalardan daha bir azametli durur: Sanki hür iradeleri ile kendilerini makinada preslemiş bir mağrurluğun sahibidirler.

Tıknaz Ergun abi civar bir çergiden saz takımı tutmuş fakat saz takımının depresif tutumundan şevke gelemeyen misafirler bu çingenelerin icrasını pek tutmamışlardı. Bu yüzden Ergun abi, orada hazır bulunan çingenenin klarnetini babama uzatıp “Celal abi bu çingenlerde iş yok. Şöyle dört başı mamur bir taksim geçte neşemizi bulalım.” deyince babam “Hacı adamız artık biz, tövbeliyiz bu işe… Yıllar oldu ki bu mereti ağzıma almadım.” karşılığını verdi.

Babamın inadını kırmayacağını anlayan Ergun abi, Kaymak Fikriye ablayı aracı kıldı. Ergun abiden işaret fişeğini alan Kaymak Fikriye abla ise babama bakıp gülümsemeye başladı. Hayırdır inşallah, hey ne oluyor, demeye kalmadan oynaşmak isteyen bir kedi gibi babama sırnaştı ve “Lütfen beni kırma Celal Ağabey. Şöyle oynak bir şeyler çalda oynayayım söyleyeyim.” demişti. Babam da herkes gibi bu kızdan pek hazzederdi. O sırada tövbeyi mövbeyi, hacılığı unutan babam klarneti aldı ve düğün meydanını oynak nağmelerle doldurmaya başladı. Fikriye abla okuyor, babam klarnetini dişisini çağıran bir muhabbet kuşu gibi öttürüyordu. Ergun abi ise pederin bu jübilesini, teybe kaydediyordu. Üç gün sonra hatıra olarak kasetin bir kopyasını babama yollayacaktı.

Beyoğlu’ndan kalktık sandık selamet
Galata’ya vardık koptu kıyamet
Hurşid beyi sandık sana emanet
Sandık sandıklar içinde çok şanımız var
Hazreti Mevla’ya yalvarmamız var.

Fikriye abla şarkısını söylerken bu nağmelerle birlikte omuzlarını fıkırdatıyor, memelerini titretiyor, dolgun kalçalarını çalkalıyordu. O gece ergenlik gecelerinin patlayan yıldızı gibi coşku vericiydi Fikriye abla. Tüm mahalleli iyice zıvanadan çıkmış bir şekilde tempo tutuyor, ıslık çalıyorduk. Fikriye ablanın eskiden beri belalısı olan Vagon Haluk abi, iyicene çıldırmış, “Dalgalandım da kudurdum, coştum ardından yoruldum be Fikriyem!” deyip azgınlığını herkesin içinde izhar etmişti. Ah o günler şimdi bir yabancı gibiler.

Bir zaman sonra bizim semtimizin kentsel dönüşüm operasyonu ile dönme bir semt yapılacağı haberini aldık. Babam bu bülentseleşen semtte kalmamız uygun olmaz artık deyip eşyalarımızı gayet küçük homefobik bir kamyona doldurdu. İlk biz taşındık Topburnu’ndan, ardımızdan diğerleri. İhtiyarlar yakında dünyadan taşınacağı için ekstradan bir taşınma masrafına girmek istemediler. O ihtiyarlardan biri Bedri amcaymış. Kızı Kaymak Fikriye, oturdukları evi bir türlü satmak istememiş. Bir ton hır gür çıkmış. Nuh diyor peygamber demiyormuş bizim sütçü. Tesadüf bu ya bir hafta sonra evi yanmış fakat baba kızın cesedine rastlanmamış. Akıbetlerine dair her kafadan ayrı bir ses çıktı. Cesetlerini müteahhit ve hampaları tarafından yok edildiğine dair şayialar dolaştı. Kim bilir neredeler? Allahuallem 25-30 senelik hadise.

Bunları düşünürken Topburnu’na varıyorum. Yoğurtçu Bedri’nin evinin yerine eşşek kadar bina vücuda getirilmiş. Siparişi vermek için kapıyı tıklatıyorum, kapıyı bir kadın açıyor, vücut gayet genç ve körpe fakat suratında bir gariplik var. Öyle bir sıfatla karşılaşıyorum ki gözlerim ikna yetisini kaybediyor. Suratız bir kadın var karşımda; yok göz, burun, dudak kafada kalmış sadece bir kulak, durumu anlayacağınız. Yanık izleri de olmayan bu yüz henüz kullanılmamış bir akıllı tahta gibi bomboştu. Olay fena halde gizemli benim için. Bir su içmek bahanesiyle eve davet ettiriyorum kendimi. Kadın mutfağa gidiyor, bende salonu kesiyorum, ikea mobilyaları, masalar, biblolara derken davara asılı bir resim dikkatimi çekiyor. Fikriye ablanın gençliğini gösteren vesikalık bir resim bu. Kimdi bu suratsız kadın? Dahası bu resim bu evde ne halt yemekteydi. Gördüğüm bu resme fon müziği olsun diye telefonumdan Yangın Olur Biz Yangına Gideriz türküsünü açıyorum.

Resim birden kıpırdamaya başladı. Fikriye ablanın kafası oynuyor gibiydi. Fakat emin olamıyordum çünkü bu vesikalık bir resimdi ve vesikalık resimlerde insanların oynayan yerleri gözükmezdi. Önce gözleri çıktı vesikalı yârimin ve bir top gibi yuvarlandı ardından. Peşi sıra burun ve dudak fırladı yerli yerinden. Arkama dönüp baktım Fikriye ablaydı bu. Gözler yerden fırlayıp göz yuvalarına yerleşti ve sonra diğer organlar onu takip etti. Az önceki suratsızlığı bir surete dönüşmüştü Fikriye ablanın. Çalan türküyü duyunca oynamaya başladı. Fıkırdayan omuz, titreyen meme, sallanan kalça yıllar öncesinden kopup gelmişti sanki. Duraladım, türküyü kapadım. Amacım olanı anlamak için kendime zaman payı bırakmaktı elbette. O sıra ağzı, burnu, dudağı ve gözü yere düştü. Halının üstündeki dudak konuşmaya nasihate başladı “Ayağını sıcak tut, başını serin bir türkü söyle, düşünme derin.” Göz bunu onayladı, burun derin bir nefes çekti, kulak ağızdan çıkanı duydu.

Halıdaki dudak, sandık sandık içende çok fındık lahmacunumuz var onu da getir yiyelim, dedi. Dediğini yaptım. Lahmacunu getirdim. Halıdaki dudağa lahmacunu verdim ve iştahla yeme başladı. Karnı doyan dudak müziği açmamı istedi, açtım. Türkü ile birlikte dört duyu organı Fikriye ablanın yüzündeki yerini aldı. Kaldığı yerden oynamaya devam eden Fikriye abla yanıma geldi, elimden telefonu aldı ve onu evin müzik sistemine bağlayıp son sese getirdi. Apartman, Fikriye ablanın yıllar önce söylediği Yangın Olur Biz Yangına Gideriz türküsüyle inliyordu.

Bu sırada uzaktan bir kuş sesi işittim: Umut veren bir ses. Fikriye ablayı oracıkta bıraktım; kuş sesinin geldiği yere doğru gittim. Kapıya vardığımda bunun zil sesi olduğunu idrak ettim. Açtım kapıyı. Karşımda ellerinde vesikalık resimlerle bir gurup suratsız adam ve kadın vardı. Yüzlerinden içerdeki yangına ve fındık lahmacuna geldiklerini hemen anlıyorum tabii.

Hüseyin Safa Ak

1988 yılında, Gaziantep'in İslahiye ilçesine bağlı Haltanlı (Altınuzüm) köyünde dünyaya geldi. Türk Dili ve Edebiyatı tahsil etti. Çeşitli internet siteleri ve dergilerde öyküleri, eleştiri yazıları yayımlandı. Bir zamane sanatı olarak kafasında hikâyeler kurmayı ve bunları kağıda aktarmayı sürdürüyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir