“Yarın erken kalkmalıyım” dedi Ömer annesine. Hipnoz olmuş gibi televizyon izleyen annesi Ömer’e bakmadı bile. “Git zıbar o zaman” dedi. Ömer sanki kendisine neden erken kalkması gerektiği sorulmuş gibi anlatmaya başladı. Hikmet ile birlikte yarın semt pazarına gideceğini, el arabacılık yapacağını söyledi. Annesi pencereden dışarı baktı. Sokak lambasının sarı renk verdiği lapa lapa yağan kara baktı. “Kışın dondurma yenir mi oğlum?” diye sordu. Ömer bu sözden hiçbir şey anlamadı. Sinirlendi. Ve yüzüne hayal kırıklığı ifadesini yerleştirerek odasına gitti. Gelmek bilmeyen uykuya kucağını açtı; beklemeye koyuldu.
Ertesi sabah Ömer evden çıktığında diğer aile bireyleri henüz uyanmamışlardı. Asansörü beklemeden merdivenlerden indi. Zaten yedi katlı bir apartmanın ikinci katında oturuyorlardı. Yürüyerek inmek onun için pek zahmet olmasa gerekti. Sokağa çıktığında kapının önündeki karı küremekle meşgul olan kapıcıyı gördü. Kapıcı küreğe yaslanarak yukarı baktı. Apartman yöneticisine dördüncü kattaki Necla Teyze’nin öldüğünü haber vermek için. Evet, Necla teyze ölmüş; ama bu ancak üç gün sonra anlaşılabilmişti. Eh! Çocukların kardan adam yapmak için üç m2’lik balkonu seçtiği bu devirde bu duruma pekte şaşmamak gerekti.
Ayazın insanın yüzünün bir katını alıp götürdüğü, işi olmayanın dışarı çıkmaya yeltenmediği günlerden biriydi. Kar yağmadığı için rüzgâr sert bir şekilde saltanatını sürdürüyordu. Ömer el arabasıyla birlikte sokağın başına geldi; yarım akıllı arkadaşı Hikmet’i beklemeye başladı. Ömer’in el arabası önceden inşaatta harç taşımak için kullanıldığı için biraz kirliydi. Üzerinde harç kalıntıları vardı. Bunları saklamak için arabanın üzerine bir bez parçası koymayı ihmal etmemişti Ömer. Hikmet ağır aksak adımlarla göründü az ilerde. Bir iş başarmanın gururu vardı yüzünde. Üzerinde koyu yeşil örgü bir kazak, altında dizleri yırtılmaya gelmiş kot pantolonu vardı. Başına muhtemelen babasının olan bir kasket takmıştı. Bir de palto tabi. Bu haliyle Oliver Twist’e benziyordu. Hikmet Ömer’den iki sokak arkada oturduğu için geç kalması hoş karşılanabilirdi. Bu yüzden kendisini beklettiği için Hikmet’e kızmadı Ömer. Birlikte semt pazarına doğru yol almaya başladılar. El arabasının ayaklarına yapmış oldukları (dışarıdan bakıldığında eğreti gibi duran) tekerleklerin bilyelerinin sesi eşlik ediyordu yol boyunca onlara. Önceden olsa bir sokak öteden duyulurdu pazarın gürültüsü. Pazarcılar birbirleriyle yarışırcasına, avazları çıktığı kadar bağırırlardı. Oysa şimdi hiç ses gelmiyordu. Pazara vardıklarında hiç akıllarında olmayan bir şaşkınlıkla karşılaştılar. Çünkü pazarda beş on pazarcıdan başka tezgah açan yoktu. Ömer bu sayede anladı kış aylarında semt pazarlarının çok nadir kurulacağını. Müşteri sayısı da çok azdı zaten. Hikmet’in içinde zerre kadar iş yapma isteği kalmadı bu görüntüden sonra. Gitmek istedi. Yol boyunca anlattığı komşunun kızına gitmek istedi. Ona bir hediye yapmıştı kendince. Tahtadan bir araba. Ömer ilk defa tiksinerek baktı Hikmet’e. O anda Ömer’in karşısındaki arkadaşı değil sanki lanet olasıca bir sokak köpeğiydi. Hem Hikmet o kızda ne buluyordu hiç anlamazdı Ömer. Ömer’e göre o kız gösterişsiz bir süpürge sopasından başka bir şey değildi. Ama ne olursa olsun Hikmet’e bunları söyleyemeyecek kadar korkaktı. Her korkak gibi o da doğruları kendisine saklıyordu. Hikmet’i ne hali varsa yanına katıp görmesi için yalnız bıraktı. Ve pazarı gezmeye başladı. Havanın soğuk olmasından dolayı pek kimse yoktu zaten pazarda. Bir iki ihtiyarın poşetlerini taşıdı evlerine. Aslında Ömer ihtiyarların poşetlerini taşımaktan kaçardı. Çünkü çok az para veriyorlardı. Genellikle de üç beş şeker verip yolluyorlardı. Ama bugün pekte bir seçeneği yoktu. Tezgâhlara yaklaşıyor, alış veriş yapanlara umutlu gözlerle “araba lazım mı?” sorusunu yöneltiyordu. Bu soruyu kaç kere sorduğunu hatırlamazdı Ömer. Birden karşısında elleri poşetlerle dolu bir kadın gördü. Yine umutla aynı soruyu yöneltti ona da. Ve bu sefer ciddi bir iş aldığına sevindi. Araba tepeleme doldu poşetle. Taşıdığı yük onun cılız vücuduna göre oldukça ağırdı. Yol uzadıkça uzadı. Sırtından soğuk bir terin usulca indiğini hissetti. Kadın evi parmağıyla gösterince rahat bir nefes aldı. Tıpkı mürettebattan bir denizcinin “kara göründü” sözünü duyan gemi kaptanının gururu vardı Ömer’de. Poşetleri büyük bir hevesle indirdi Ömer. Kadın anahtar deliğine anahtarı sokup kapıyı açmaya çalışıyordu. Ömer aklından kaç para alacağını hesaplıyor, kendince işlemler yapıyordu. Memeleri önden, kalçaları arkadan fırlayan kadın Ömer’in eline yirmi beş kuruş sıkıştırıp kapıyı kapattı. Ömer’in siniri tepesine fırladı. “Mendebur karı o kadar yol geldik verdiği paraya bak!” diye veryansın etti. Bazen kendine çoğu kez kadına söve söve pazarın yolunu tuttu. Bir ara geri dönüp kadının penceresini taşla indirmek geçti içinden. Ama işin ucunda babasından dayak yemek vardı. Yapamadı. Cebindeki paraya baktı. Yine tamam olmamıştı hayalini kurduğu uzaktan kumandalı kırmızı arabanın parası. Yine ötelemek zorunda kaldı Ömer hayallerini, heveslerini, mahalledeki çocuklara gösteriş yapacağı günleri… Oysa babası verse n’olurdu sanki o parayı. İşten çıkıp eve geldiğinde kırmızı arabayı uzatsa. Yüzüne gülse Ömer’in. Onunla beraber oynasa. Hem Pazarda çalışmak zorunda da kalmazdı. Elleri üşümeye mecbur olmazdı. Kulakları kızarmaya…
Eve geldi Ömer. Çaresiz, üzgün, biraz da mahcup bir hali vardı. Annesinin hesap sorma faslından sonra odasına çekildi. Kardeşiyle paylaştığı odasına(!) Düşünmeye başladı. Haftaya okullar açılıyordu. Yarıyıl tatili son buluyordu. Acaba haftaya okulu assa mıydı? Yok yok olmazdı. Karnesinde zayıf vardı zaten. Okulu ilk haftadan asarsa babasından okkalı bir tokat yiyebilir; daha kötüsü anne ve babası Ömer’in okumayacağına hükmedebilirlerdi. Korktu Ömer. Kırmızı arabanın hayaliyle dışarı baktı. Dışarı dediysem Ömer’in penceresinden görünen tek yer yandaki apartmanın arka odalarına denk gelen cephesiydi. Pencereden sarkarak karşıdaki apartmanın kaç katlı olduğunu saymaya çalıştı. Yapamadı. Karıştırdı her defasında. Karşısındaki pencereye takıldı gözü. Perde çekili değildi. Odaya birisi girdi. Bir kızdı bu. Ömer hemen saklanma gereği duydu. Pencereyi kapattı. Perdeyi çekti. Pencereye arkası dönük bir şekilde biraz bekledi. Dayanamadı. Perdeyi biraz aralayıp izlemeye koyuldu. Kızın üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Üstten iki düğmesi açıktı. Üçüncüsünü, dördüncüsünü, beşincisini açtı sonra. Ömer heyecanlandı. Yanlış bir iş yaptığını düşünerek bakmayı bıraktı. Ömer ilk defa böyle bir ruh hali içerisine giriyordu. Ne kırmızı araba kaldı aklında ne okul, ne azar. Hiçbiri kalmadı. Biraz önce şahit olduğu görüntü gözünün önüne geldi. Utandı. Nerden bilebilirdi ki ergenlik çağına adım attığını…
…
Akşam olmuştu. Yemek masasında çatal kaşık sesinden başka sessizliği yırtan bir etken yoktu. Standart konuşmalar yapıldı. Televizyon karşısına geçildi. Babasının televizyonu tam karşıdan gören koltuğunda olması gerekti. Ömer şaşırdı. Derken babası elleri arkasında odaya girdi. Yüzü gülüyordu. “Bilin bakalım elimde ne var?” diye sordu. Cevap beklemeksizin arkadaki ellerini öne getirdi. Kırmızı bir araba alabildiğine gösterişli bir şekilde Ömer’e bakıyordu. Ömer dünyadan soyutlanmıştı. Artık bir kendisi vardı bu evrende bir de kırmızı arabası. Kendine kızdı. Utandı kendisinden. Tiksindi. Ama babası Allah kahretsin ki yine yanıltmamıştı Ömer’i. Keşke yanıltsaydı. Kırmızı araba babasının ellerinde yanından geçti Ömer’in. Kardeşi Hakan’ın ellerine ulaştı. Ömer bakakaldı. Donmuştu adeta. İçindeki hırs, nefret Ömer’in küfürler savurarak odasına gitmesini gerektirirdi. Yapamadı Ömer. Ağlayamadı bile… Karanlığı koynuna alıp yatağına uzanmıştı Ömer. Yeni bir sabaha uyanmadan o kırmızı arabadan kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştı. Artık hayalini kurduğu kırmızı araba Ömer’in gözünde değerli bir taşın yeteneksiz bir ustanın elinde yitip gitmesine benziyordu. Değeri kalmamıştı artık gözünde. Kardeşinin arabayı yerde sürerek sesler çıkarması Ömer’in nefretini bir kat daha artırıyordu. Nefreti arabaya mı, kardeşine mi, babasına, yoksa annesine mi kestiremiyordu. Kendi kafasında az ya da çok suçluydular hepsi.
Bir hafta geçti aradan. Ömer kusursuz planın hayata geçme günüydü bugün. Bugün kardeşi Hakan’ı okula bırakma eziyeti kalkıyordu Ömer’in üstünden. Annesi okul yakınındaki bir akrabaya gidecekti. Hakan’ı o bırakacaktı okula. Ömer’e düşen iş okula diye çıkarken yedek anahtarı aşırmaktı. Yaptı da. Okula gitmedi, evden annesiyle kardeşinin çıkmasını bekledi. Bu kasvetli bekleyiş süresince Ömer bir ara vazgeçmek istedi. Sonra hemen gözünü kararttı ve o kırmızı arabadan kurtulmak istedi. Nihayet annesi ve kardeşi çıkmıştı evden. Her ihtimale karşı gözden kaybolmalarını bekledi ve eve girdi. Bir hafta boyunca kardeşinin arabayı sakladığı yeri eline koymuş gibi buldu. Zaten Hakan ağabeyinden gizlemiyordu arabasını. Ömer arabaya baktı. Kusmak geldi içinden. Tabi birde bu arabayı tek parça görmemek. Gücünün el verdiği hızla yere çarptı arabayı. Uzaktan kumandalı araba parçalandı. Ama teli hala sağlamdı. Ömer’e sırıtır gibi sallanıyordu. Bir sağa, bir sola. Ömer hızını alamadı. Arabayı ezmeye başladı. Arabanın teli bu ikinci saldırıdan sonra yenik düştü. Nefes nefeseydi Ömer. Galip gelmiş bir kumandanın rahatlığı vardı yüzünde. Soğukkanlılıkla arabanın parçalarını toplayıp bir poşete koydu. Poşetin rengi siyahtı. Zira diğer poşetlerden anlaşılabilirdi arabanın kırıldığı. Poşeti aldı. Mutfaktaki çöpe attı. Çöpü karıştırıp altlara atmayı da ihmal etmemişti. Evden çıktı. Okul çıkış saatine kadar gezdi durdu.
…
Eve geldiğinde Hakan’ın ağlama sesine, annesinin ise teselli çabasına şahit oldu. İçinde (nefretinin, hırsının etkisiyle yapmış olduğu) bu işi başarmanın hazzı vardı. Bu haz öyle bir hazdı ki ne annesinin “bu işi sen yaptın” dercesine bakışları, ne kardeşinin ağlaması, ne de akşam(görünürde başka sebep olsa da) yiyeceği dayak korkuttu onu. Hiçbir şey azaltamadı bu hazzı. Günler geçti. Hırsının yerini vicdanı aldı zihninde Ömer’in. Olan biteni birilerine anlatma, rahatlama ihtiyacı duydu içinde. Döndü dolaştı Hikmet’i buldu yine. Olan biteni bütün ayrıntısıyla anlattı Ömer. Hikmet’te kendinden beklenmeyecek bir sabırla dinledi arkadaşını. Yine kendinden beklenmeyecek bir soru yöneltti.
-Tamam, arabadan kurtuldun, ya her gün karşında olan kardeşin? Ömer far ışığına yakalanmış bir tavşan gibi dondu kaldı. O zaman anladı içindeki sıkıntının arabadan değil kardeşi Hakan’dan kaynaklandığını. Hak verdi Hikmet’e “Doğru” dedi.
– Ama kardeşim kırılmaz ki…