Ahşap tırabzanlı apartman merdivenlerini çıkan Melahat Hanım günün yorgunluk bilançosunu zihninde hesaplıyordu. Dizlerindeki sıvının dahi onu terk ettiği bir dünyada gökkuşağına griden başka renk yakıştıramıyordu. Üçüncü kattaki dairesine tırmanırken çalıştığı bankaya ağrısız diz kredisi başvurusu yapmayı tasarladı. Dizleri her ağrıdığında bu espriyi yapar, kendi kendine gülümser, yaşadığını hatırlardı. Zamanın işlediğini bir hâlâ gülüyor olabilmekten bir de kestane rengi saçlarına bordür olarak yerleşen beyaz tellerden anlardı. Bu yüzden anahtarı kapının bağrına sapladığında karşısına farklı bir manzaranın çıkması için neler vermezdi.
“Bugün de elinde bir bavul dolusu parayla gelmişsin hayatım, sana minnettarız.”
“Eh öyle tabi, günden güne insanların ya beynini ya da cüzdanındaki ganimetleri yurt dışına göç ettirdikleri bir memlekette banka gişesinde fatura tahsilatı yapan Melahat’ın eve elinin boş gelmesi abes olurdu öyle değil mi?”
İmam emeklisi Asaf Bey yüzüne yayılan tebessümle karşıladı bu sözleri. Pencere kenarındaki saksıların yangınını söndürürken Melahat ile oluşturduğu zıt kutup teorisini tekrar etti. Sınırları kalın çizgilerle belirlenmiş yaşantısındaki ilk gedikti Melahat. Bu durum kendine olan inancını kırsa da içindeki odalardan birinin alışık olmadığı şekilde boyanması hoşuna gidiyordu. O zamanlar taşralığına gökdelen çalınmış herkes seçilmiş zümre mutluluğu yaşardı. Nereye tayin isteyeceklerinden çocuklarına hangi ismi koyacaklarına, akşam yemeklerindeki salatanın çeşidinden bayramlarda kimin memleketine gidileceğine kadar her şey Melahat’ın imzasına bakıyordu. Kendinin olmayan parayı yönetiyor olmak aile otoritesini de kazandırmıştı ona. Bir tek camsız çerçevede sergilenmek üzere duvara asılan el yapımı bıçak Asaf Bey’in eseriydi. Kazandığı tek zaferi komutan edasıyla izliyordu zimmetine geçirdiği tekli koltuğa otururken. Bordo renkli kadife koltuk tüm görüntüsüyle Asaf Bey’i andırıyordu. Verniği gitmiş tahta ayakları, bir kısmı sökülüp düzeni boşmuş püskülleri, rengi atmış kolçakları ve çökmüş minderiyle bu koltuk Asaf Bey’in ta kendisiydi. Standart bir aile yaşamına tanıklık etmişti. Çatışması az yorgunluğu çok olan çiftin telaşsız adımlarla odalarına geçtiklerine bilmem kaçıncı kez şahitlik ediyordu. Geceyi kapı tokmağının canına kastetmiş vuruşlar böldü. Felaketin getirdiği dinginlikle yataktan fırlayan Asaf Bey dudaklarına gelişigüzel bir hayırdır inşallah gecenin bu saatinde cümlesi iliştirdi. Kapıda göğüs kafesi hızla inip kalkan deri montu yer yer dökülmüş yirmili yaşlarında bir genç vardı. Şaşkın gözlerle karşılarındaki delikanlıyı izleyen aile sakinleri bu hırpani görünüşlü gencin kimliğinde kendi isimlerinin yazıyor oluşuna bir kez daha şaşırdılar. Sessizliğe ilk darbeyi yapan Melahat Hanım oldu. Sanki okuldan gelen oğlunu karşılıyormuşçasına sakin bir sesle “Hoş geldin oğlum.” dedi. Fakat oğlunun hasret giderecek vakti yoktu. Hızlı adımlarla salondaki gayri resmi kasanın bulunduğu akvaryuma gitti. Bu geleneksel usul bankacı bir kadın ile imam beyin çatışmasının neticesiydi. Akvaryum faize galip gelmişti anlaşılan. Dalgınlığı ilk atlatan Asaf Bey engel olmaya çalıştı oğluna. Damarlarındaki kanın daha hızlı aktığının farkına vardı. Dişlerinin tırnaklarının fedakârlığını oğlunun bahis sitelerine gömmesine müsaade edemezdi. Duaya alışkın dudaklarından birbiri ardına küfürler savruluyordu bu sefer etrafa. İkisinin de vazgeçmeye niyeti yoktu. Konsola her çarptıklarında Asaf Bey’in deyimiyle bir put intihar ediyordu. Son bir karşı koyuşla kendini bordo koltukta bulan Tarık ikinci bir hücumu beklemiyordu. Para Asaf’ta, koltuk Tarık’ta, bıçak Melahat’ta kalmıştı. Zamanın çarkları dururken güneş tersten bile doğabilirdi. Boğazında bıçağın soğuğunu hisseden Tarık göz bebekleri titreyerek baktı annesine. Evden çıkarken gayri ihtiyari ceplerini yokladı. Melahat bıçağı tören titizliğiyle yerine koydu. Ne kocası İbrahim peygamberdi ne de kendisi bu kadar Allah’a yakın…