İlçe dolmuşundan inip yabancısı olduğum bu topraklardaki ilk toz tanelerini havalandırdığımda hangi olaylara gebe olduğumdan habersizdim. Hükümet konağını sormak için girdiğim çay ocağında –elimdeki sarı renkli özlük dosyasından anlamış olacak- hocam hitabıyla karşılandım. Henüz ben bile alışamamıştım ismimim ardına yuva kuran bu unvana: Mete Hoca! Sonradan anlayacaktım ilçe halkına göre eğreti duranların büyük çoğunluğunun öğretmen olduğunu ve bu yüzden buradaki hocam hitabının gelenek haline geldiğini.
İsimler neden verilir? Gökyüzünden emanet aldığımız ilk nefesten itibaren kocaman evrende bir yer edinebilmek için öyle değil mi? Peki, bu dünya benim zannettiğimden daha mı küçük ki bir isimlik yer açmadınız bana? İsmim yok benim bu topraklarda. Dağın diğer tarafında başka bir dil konuşuluyor, başka bir hayat yaşanıyor. Tel örgülerle çevrilmiş dört yanım. Tren vagonları gibi arka arkaya sıralanmış katır sırtında gidip gelendir benim hayatım.
Tanımadığım bir kültür, bilmediğim bir coğrafya burası. Ürkek bakışlarım, acemice davranışlarım ele veriyor olmalı beni. Zihnimin içinde kördüğüm olmuş sorular yumağı ve def edemediğim kaçma isteği… Hiçbir şey yapmamalarına rağmen kabahatler buluyorum insanların yüzünde, tavrında. Birleşerek yol haline gelen kaldırım taşları üzerlerinden geçen araçları ne kadar yadırgıyorsa ben de o kadar yadırgıyorum yeni çevremi. Büyük ihtimalle günün sonunda da yattığım yeri yadırgayıp kan çanağı gözlerle başlayacağım yeni güne fakat şimdi bunun yasını tutma zamanı değil. Hükümet binasının sevimsiz merdivenlerini tırmanıyorum. Dört katlı binanın her koridoruna farklı bir devlet kurumu yerleşmiş. Resmi makamlarca oynanan bir köşe kapmaca oyunu. Milli eğitim müdürlüğü üçüncü katta. Atama ile ilgilenen memurun yüzüne kazıdığı gülümseme -alnımdaki terlere tezat oluşturacak şekilde- ferah bir esintiye sebep oluyor. Kabarık, kıvırcık saçları ve hemşeri çıkmamız onu gözümde daha fazla yüceltiyor. Böylelikle kalabalık evrak işlerinden yakayı kurtarıp okul vaktini bekliyorum. Takvim yaprakları alay eder gibi daha hızlı düşmeye başlıyor o saatten sonra.
Ablam sekiz, ben altıncı sınıfa gideceğiz bu sene. Bir de engelli kardeşim var. Kafasında bir yerlerde noksanlık varmış. Annem öyle söylemişti bir keresinde. Babam mı? O diğer odada kalır çoğu zaman. Karısı ve iki çocuğuyla… Matematik problemi gibi oldu, farkındayım. İki odada iki ayrı yaşam… Kesişim kümesinde sadece babam var. Babamın kalbini ikiye bölüp bize paylaştıracak kadar cömert olduğunu sanmıyorum. Son zamanlarda eve gidip gelen görücülerle giriştiği sıkı pazarlıktan anlıyorum bunu. Kanımca etrafında pervane olan iki kadını da sevmiyor. Bizi mi? Sanırım bizi bir tek sekizinci sınıf çağına geldiğimizde seviyor babam. Kısa bir süreliğine…
Öğretmen servisindeki sessiz karşılama töreni, öğretmenler odasındaki tanışma merasiminin ardından ilk ders için sınıf kapısının önündeyim. Dizlerimdeki bağlar isyan bayraklarını çekti bana karşı. Aksi gibi boynumdaki kravat daha fazla sarıyor kollarını. Vazife gereği yüzüme samimi bir gülümseme yontup açıyorum kapıyı. Böylelikle hikâyenin giriş cümlesi yazılmış oluyor kendiliğinden. Günaydın Arkadaşlar!
…
Öğretmenliğin bilmem kaçıncı günü. Artık otomatikleşmiş hale gelen pastaneden zeytinli açma ritüelini gerçekleştirip servisteki tapulanmış gibi kimsenin oturmadığı yerime yerleşiyorum. Aklımda son zamanlarda okula gelmeyen ve evlendirilme arifesinde olduğunu öğrendiğimiz sekizinci sınıftaki kız öğrenci var. Saçının örgüsüne kondurduğu kelebekli tokasından tanıyorum onu. Bilmediği diyarlara duyduğu hasretin temsilcisi gibi o toka.
Okuldaki hocalar geldi bugün eve ablamla konuşmak için. Türkçe dersinde öğrendiğim “dil dökmek” deyimin ne olduğuna o an şahit oldum. Kapıyı aralayıp dinlemeye çalışırken duyduğum son cümle ablama aitti. “Hocam bırakın beni, koca evinde buradaki eziyeti görmem hiç değilse.” İki yıl sonraki hayatımı sahneleyen oyuncuları izliyordum. Hangi tiyatro perdesi hayat kadar gerçek bir senaryoyu vadedebilir?
Öğretmenlik ilaç olmaksa eğer, ilk hastamı kaybettim. Veli ziyaretinde köy kahvesi önünde hastalıklı bir hazla sarf edilen o cümleler kulağımda çınlıyor hâlâ. “Bizde sandalyeye oturduğunda kızın ayağı yere değiyorsa evlendirilir.” diyor bir ses. Öteki de sahipleniyor bu görüşü ve ihaleye bir teklif de ondan geliyor: “Zaten buralarda çocuklar para için yollanır okula. Yoksa doğru Mersin’e limon toplamaya”. Baba sıfatına bir çocuğun DNA zincirine katkıda bulunmakla erişilemeyeceğini de öğrenmiş oluyorum bu sayede. Bizi kapıda karşılayan adamın bakışlarındaki nefret süngüyle bağrımı parçalamıştı çoktan. Anneyi bir kelimenin karşısına yazacak olursak çaresizlik karşısında yer bulurdu kendine sözlükte hiç şüphesiz. Çocuklar ise uçurtma… Gözlerini gökyüzüne dikmiş ama ipleri başkasının elinde olan birer uçurtma. Ve ben öğretmen bir makas olarak uçurtmanın ipini kesemeyerek ilk yenilgimi aldım. Çaresizlik birkaç gün sonra okula gelip buldu beni. Omuzlarının birinde kocasını, diğerinde kumasını taşıyan bir kadın bu. Sadece günahlarını yazıyorlar üstelik. Çok çalıştığından mıdır yoksa heybesinde çok hüzün biriktirdiğinden mi bilmem kemikleri hiç et bağlamamış annenin. Evde gördüğü şiddetten bahsetti günah çıkarır gibi. Dilinden dökülen her kelimeyi dilekçe bilip devlet çarklarını harekete geçirdim. Makası elime almıştım bir kere…
Öğretmen yine geldi bizim eve. Zafer kazanmış bir hükümdar gibi, başında bir tek tacı eksik. Üstelik bu sefer daha kalabalık yanındakilerle. Devlet ete kemiğe bürünmüş çıkıyor şimdi bizim evin merdivenlerini. Annem önceki akşam babamın büyük bir aşkla sırtına çizdiği izleri kahverengi bir penyeyle kapatmış. Sus pus. Babam ise vahşi bir hayvan gibi tırnaklarını biliyor. Babam gelenleri tehdit ediyor. Babam küfrediyor. Babam içindeki tüm irini akıtıyor.
Artık bu işin sonuna geldik. Anne şikâyetçi olduğu an uçurtmalara özgürlük, bana da bir rahatlama bahşedilecek. Yetkili memur anneye esas soruyu soruyor. Sahnedeki tüm gözler onda. Oyunun en can alıcı tiradını sahnelemek için hareketleniyor anne rolündeki kadın.
Annem çok mutlu bir evliliğinin olduğunu, hiçbir sıkıntısının olmadığını söylüyor.
Işıklar sönüyor.
01.06.2020 / 16.45