Uyandım. Ağır ve yorgun bir sabah. Kendime gelmem yarım saatimi aldı. Gözlerimin arkasından beynime doğru ilerleyen bir ağrı var başımda. Etrafa bakındım. Evet, dedim, benim odam. Her şey yerli yerinde. Derken dışarıdan, daha doğrusu evin içinden gelen yabancı ve korkutucu bir sesle irkildim. Ses “Haydi kalk, kahvaltı hazır, geç oldu.” diyordu. Kelimeleri güç bela seçebildim. Anlamak çok zor. Kimin sesiydi bu ya da neyin? Öyle ki harfler ezilip büzülmüş, kelimeler bir yarasa sürüsü gibi uğultuyla ulaşmıştı bana.
Evde eşimden başka kimse yok, diye düşündüm. Daha doğrusu öyle olmasını temenni ettim. Dolayısıyla bu iğreti ses, içimi bir ürperme ve korkuyla doldurdu ve beni hemen ayağa kaldırdı. Başımdaki ağrı geçer gibi oldu. Korku ve merakla kapıya yöneldim. Elimi uzattım, kapının kolunu tuttum ve aşağı doğru bastırdım. Ama kapı açılmadı. Bir daha denedim, yine açılmadı. Denediğim hâlde, belki kilitlemişimdir diye düşünerek anahtar deliğine yöneldi elim fakat anahtar deliğinde anahtar yoktu.
Odamda biraz korku ve biraz endişe içinde, bu tuhaflık karşısında ne yapacağımı düşünmeye başladım. Alışkın olmadığım, ürpertici bir durumdu bu. Tekrar kapıya yönelecektim ki yine o yabancı sesi duydum ve olduğum yerde kaldım. Bu sefer daha yüksek. “Canım, haydi gelmiyor musun?” diye soruyordu. Kimindi bu yabancı ses. Bana “Canım!” diyordu. Cümleleri çok doğal ve gündelikti. Beni tanıyor gibiydi. Eşim gibi konuşuyordu. Aklım almıyordu. Tam bu esnada kafama dank etti. Hiç beklemediğiniz anda kafanıza düşen o cevap gibi. Belki de kapıyı kilitleyip anahtarı ceplerimden birine, yastığımın altına veya ne bileyim odanın bir yerine fırlatmışımdır. Olur ya, insan yoğun, bunaltıcı, darlayıcı hatta delirtici geçen bir günün ardından kendisini güç bela odasına atmış olabilmenin sevinci ve dışarıdan herhangi bir şeyin bunu engellemesinin endişesiyle kapısını kilitleyip anahtarı o an ne yaptığını hatırlayamayabilir ya da belki de bunu hatırlamak istemediği için zihni ona anahtarı ne yaptığını unutturabilir. Nitekim dün, benim için öyle bir gündü.
İş yerinde bitmek tükenmek bilmeyen arkadan iş çevirmeler, yalanlar, ayak kaydırmaya çalışmalar, dün nihayet açık bir iftiraya dönüştü ve beni hırsızlıkla itham etti. Çok başarılı ve yetenekli bir eleman olduğum söylenemez ama etik değerlere bağlı, en azından ahlaklı sayılabilecek biriyim. Muhasebe, çalıştığım böylesi büyük şirketlerde çok önemli bir kalem. Kılı kırk yarmak gerekiyor yeri geldiği zaman. Yaptığım ufak bir hesap hatası yüzünden bütün o fırsatçı tiplerin üzerime gelip birer sırtlan gibi beni yiyip bitirmeye çalışmaları dayanılır bir şey değildi. Bütün bunları açığa kavuşturmak tüm günümü alacaktı, biliyordum. Ama ben hiçbir şey yapmayıp genel müdürümüzün art arda gelen soruları karşında hiçbir tepki verememiş, sabit bakan gözlerle oradan ayrılmıştım. Ensemde yüzlerce tuhaf bakış hissediyordum çıkarken.
Eve geldiğimde eşim yoktu. Hemen onu aramadım. Kendimi çalışma odama kapatıp yaşadıklarımı düşünmeye başladım. İçimde, karanlıkta kalmış, bastırılmış, hayatta kalma çabasıyla iyice iğdiş edilmiş, ağlanamamış, yorgun hangi yanım varsa hepsini uyandırmıştı bu olay. Her şeyi bir bir düşündüm, hatırladım, tekrar yaşadım, tekrar ve tekrar. Hafıza denen şeyin insana verilmiş bir zindan olduğu çok açık. Hatırlıyor, hatırlıyor, hatırlıyorsun. Tamam ama kapımı kapattığım andaki sahne sanki silinip gitmişti. Sonrasında geç saatlere doğru artık dayanamayıp uyuyakalmam, eşimle daha önceden defalarca kavgasını ettiğimiz çalışma odama girmemesi meselesi yüzünden belki de ben uyurken onun kapıyı çalmış olması ama cesaret edip girememesi, hepsi tamam, anlaşılır ve olağana uygun. Ama bu tuhaf sesin eşimin cümleleriyle beni çağırması ve bu lanet kapının açılmaması da ne demek?
Dayanamayıp kalktım ayağa. Üzerimde ağır bir yük vardı sanki ya da kafamın içinde. Bir an kafam önüme düşecek sandım. Dün giydiklerim hâlâ üzerimde olduğu için her yerime hızlıca ve defalarca baktım, anahtar yok. Yastığımın altına, döşeğimin kenarlarına hatta onun da altına bir çırpıda baktım. Kitaplığıma, okuma masama, çatı katı olduğu için tavandaki ufak pencerenin kenarlarına… Her yere baktım, diyecektim ki kapının hemen yanında bulunan, eşimin bana geçen doğum günümde malum siteden sipariş ettiği, çoktan kurumuş olan orkidenin saksısına ilişti gözlerim. Hemen atıldım ve evet, gerçekten anahtar oradaydı. O ana kadar bir anahtarın hayatımızda işgal ettiği yer hakkında hiçbir önemli düşünceye sahip olmamıştım ama o an, bir anahtarın, yeri geldiğinde bir nefes kadar gerekli olabileceğini fark ettim.
Kurtarıcımı tam elime alıp vücudumu kapıya yöneltmiştim ki o korkunç sesi tekrar duydum. “Ama artık çok fazla oluyorsun. Tamam, bu odadayken rahatsız edilmek istemiyorsun. Ama ben de insanım, bir sınırım var.” deyip bir şey hızla kapıya vurdu. Kapı yerinden sökülecek sandım ama hiçbir şey olmadı. O an ne yapacağımı bilemedim. Kapıyı açıp bu yabancı sesle yüzleşmek mi daha iyi yoksa o kapıya hiç dokunmamak mı? Ben bunun ikilemini yaşarken, bu şey, kapıya bir daha vurdu. “Odada mısın?” öyle bir irkilip kaçtım ki kendimi odanın öbür ucunda buluverdim. Belki zaman kazanmak için belki de gerçekten artık bu odadan çıkıp kapının öbür tarafındaki bu şeyin ne olduğunu öğrenmek için “Buradayım, geliyorum.” diye seslendim. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyle insan gibi iletişim kuruyordum. Oysa sesini her duyduğumda kemiklerime kadar bir titreme giriyordu vücuduma.
Anahtarı düştüğü yerden -geriye doğru kaçarken yere düşmüştüaldım. Kapıya gidip sol elimle kapının topuzunu tutarak anahtarı yerine yerleştirip çevirdim. Açılmadı. Hayretle tekrar ve tekrar çevirmeye çalıştım ama hayır, kapı kilitli değildi. Hatta teyit etmek için kapı ile çerçevesi arasındaki boşluktan bile baktım. Kapı gerçekten de kilitli değildi. Bir adım geri çıkıp sabit gözlerle kapıma baktım. O an fark ettim. Kapım her zamanki kapım değildi. Daha sağlam, daha canlı, daha renkli ve diri duruyordu. Bir an benimle konuşacağını bile düşündüm. Hani bir iki şey söylesem karşılık verecek; yetmeyip oturup iki el tavla atacak gibiydik. Bunları boş verip kapıya yaklaşarak kolunu tuttuğum gibi güçlü bir şekilde çektim ama bana mısın demedi. Kapının dışındaki o bilmediğim tuhaflığın sırf sesini duymayayım diye kapı açılmıyor, anlamadım, deyip sustum. “Yine kaçmak için bahaneler arama, aç şu kapıyı!” dedi korkunç ses ve ayağını yere vurdu ya da ayağı gibi bir şeyi. Kapı gerçekten açılmıyor. İstersen sen de açmayı deneyip içeri girmeye çalışabilirsin, dememle kapıya bir boğa başı vuruluyormuşçasına kapı titremeye, sallanmaya başladı ama nafile, açılmıyordu. Gördün işte, açılmıyor, dedim ve sustum. Nedense çok yorulmuştum.
Kapının gerçekten açılmadığına kanaat getiren bu tuhaflık, “Böyle olmaz, ben gidip bir çilingir bulup geleyim.” deyip cevabımı beklemeden merdiven seslerine karışarak yok oldu. Kapının kolu sağlam, anahtar bende, kilitli değil. Dışarı çıkmak istiyorum ama çıkamıyorum. Ümitsizlik içinde kendi kendime bunları söylerken, kapım aniden kendiliğinden açıldı, bana bir anlığına öteki odaları görme fırsatı verdi ve ben tam doğrulup sevinçle olmasa da kurtulmuşluk hissiyle dışarıya adım atacaktım ki kapım homurdanıp zıngırdayıp güm diye kapandı. Neler oluyordu? Neydi bu? Benim o kadar kuvvet uygulayarak açmaya çalıştığım kapıyı bir rüzgar açmış ve sonra tekrar kapatmış olamazdı, değil mi? Yoksa… Yoksa kapım beni esir mi aldı? Bu saçma düşüncenin gerçekliğin karşısında yenilip gitmesini isteyen büyük bir hınçla kapının kolunu bastırdım, çektim, çektim, çektim ama hayır, açılmıyordu. Birden kendimi iki adım geriye atıp hiçbir şey yapmadan beklemeye başladım. Saçım başım dağılmış, gömleğim yırtılmış, terden üzerime yapışmıştı. Aslında o kadar da hırpalamamıştım kendimi. Bu kadar dağılmışlık fazlaydı, buna anlam veremedim.
Belki bir saat aynı durumda bekleyip kapıya baktım. Bir ara hafiften açılır gibi oldu ama yerimden hareket ettiğimi görünce yine homurtuyla kapandı. Bunca yıllık hukukumuzu, ahbaplığımızı hiçe sayıyor, beni benimle baş başa bırakıyordu. Kendimle ne kadar vakit geçirdiğimi bilemeyeceğim bir süre sonra artık iyice susamış ve acıkmıştım. Etrafıma bir şeyler bulabilir miyim diye bakınırken merdivenlerden hızla bana doğru yaklaşan bazı sesler duymaya başladım. Sesler kapının önüne geldiğinde artık tanıdık olan o korkunç ses “Canım, geldik. Bugün pazar olduğu için evinden gelmesini beklemek zorunda kaldım ustanın. Şimdi kapıyı açar.” dedi ve yerini ikinci sese bıraktı. Bir umutla belki bu ses bir insana ait olur diye bekledim ama nafile. Bu ses de neyden çıktığı belli olmayan, boru gibi kalın, gök gürültüsü gibi titrek, gece gibi karanlık ürpertici bir sesti. Ama bu ses de çok tabii cümleler kuruyor, bana sakin olmamı, birazdan kurtulacağımı salık veriyordu. Ben onlara boşuna uğraşmayın, kapı kilitli değil, bozuk da değil. Kendisi bilerek açılmıyor, esir aldı beni, desem de hiçbir ses çıkarmadılar. Devam ettim. Benimle oynadı bu kapı, dedim. Önce kendiliğinden açıldı, sonra ben tam çıkacakken aniden kapandı. Zorladım, vurdum, çektim ama açılmadı. Sonra bekledim, hiçbir şey yapmadım, sadece…
“Ne diyorsun Arâf, ne saçmalıyorsun sen?” sorusu cümlemi tamamlamama izin vermeden beni susturdu. Hiçbir şey diyemedim, sadece göreceksiniz, dedim sessizce. Belki de içimden.
Uzunca bir süre sonra o karanlık ikinci ses, “Bitti.” deyip kapıyı itti ama açamadı, açılmadı kapı. Ben kapının tam arkasındayım. Gördünüz mü, dedim. Sonra kısa bir sessizlik oldu ve ardından kapıya bir araba çarpmışçasına bir şey kuvvetle vurdu. Kapı inanılmaz bir şekilde bir karış kadar aralandı ve karşımda gördüğüm bu iki çehrenin korkunçluğu beni inanılmaz derecede sarstı. O an, içeride kalmak mı, dışarıya çıkmak mı daha kötü bilemedim. Neydi bunlar? Bana neden yardım ediyorlardı? Neden bu kadar uğraşıyalardı? Bir saniyeliğine zihnimde bütün bu sorular bir şimşek gibi parladı ve söndü. Ama ne olursa olsun kapı aralandığı için mutlu olmuştum. Hemen bu kısacık andan faydalanıp dışarı çıkayım derken kapı büyük bir gürültüyle tekrar kapandı. Bunların hepsi birkaç saniye içinde olup bitti. Bilincim gördüklerime ve yaşadıklarıma dayanamıyordu artık: Bitap düşmek üzereydim. Zihnim bulanıklaşıyordu.
Kısa bir süre ne olduğunu hatırlamıyorum ama sonradan gelen o ikinci “şeyin” “O konuştukça ben de bundan korkmaya başlamıştım. Kapıda hiçbir şey yok. Kapıyı kendisi kapalı tutmaya çalışıyor. İki eli sıkı sıkıya kapının kolunda ve bütün vücudu-
nu kapıya yaslamış, kapıyı kapalı tutmaya çalışıyor. Delirmiş gibi. Sanırım buraya bir ambulans ve bir polis ekibi çağırsak çok iyi olacak.” dediğini işitir gibi oldum.
Ne dediğini bilmiyor. Bir gün onun kapısı da onu esir alırsa anlar ne demek olduğunu. Bir insan olmasa da onun da bir kapısı mutlaka vardır. Daha fazla dayanamayıp açılmıyor işte, açılmıyor, diye bağırdım. Görmüyor musunuz, nasıl uğraşıyorum açılsın diye. Vücudumda artan bir sıcaklık vardı. Şakaklarımda kalbimi hissediyordum. Korkuyordum, babasından kaçıp içine saklandığı dolabın karanlığında kalan o küçük kızın ikircikli korku haliyle korkuyordum. İçeride kalmaktan, kapıma esir olmaktan korkuyordum. Dışarı çıkmaktan, bu tanımadığım, korkutucu, tuhaf çehrelerin eline düşmekten korkuyordum. Vücudum git gide gerilmeye ve sertleşmeye başlamıştı. Başım dönüyordu. Derken kapıma öyle bir kuvvetle vuruldu ki kapım açıldı. Ben odanın ortasına savrulup öylece kaldım.
Son hatırladığım şey, odama doluşan birbirine karışmış anlamsız seslerdi. O andan, sadece bir cümle kalmış kulağımda: Korkma, kurtuldun…