Baş ağrısıyla uyanacak olmanın alâmeti, uykuya kaçıp uykuda kaçamamakmış meğer. Paçasına yapışan gerçeklerden zor zahmet sıyrıldı. Göğsüne yerleşen hülyaya bu sabah da dokunmadı. Her gece kendisini doğuruyordu aydınlık. Birazdan gökyüzünde asılı kalan dolunay da yavaşça silinip gidecekti.
Duyulan cümleleri başına dert olurken duyulmayan cümleleri de içinde yara oluyordu. Konuşsa bir türlü konuşmasa başka bir türlüydü. Başı her daim belada içi her daim kanamaktaydı. Yalnızca yazarken çıkabiliyordu heves ettiği tüm yolculuklara. Alfabeden çaldığı harfler yüzünden kalemle olan yoldaşlığına da halel getirmişti. Okumanın ve yazmanın yerine Jamal Slitine’ den “Hobbi Lak” adlı parçayı tekrar tekrar dinliyordu. Bir kanepede uzanırken, pencerenin önünde sigarasını tüttürürken, güneşe hasret bitkilerine su verirken, uyumadan hemen önce ya da uyanır uyanmaz. Günde dokuz öğün, buna değer, buna değer.
Niyet yoksa gayret, gayret yoksa cesaret olmuyor. Zaten, hiçbirini de içinde taşımıyordu. Ne niyeti vardı ne gayreti ne de cesareti. Tutturmuş bir melodi, buna değer, buna değer… Kalbini kanırtarak yerinden söküp atmasına ramak kalan acıyı bile artık kanıksamıyordu. Yokmuş gibi yaşamaya devam ediyordu. Acısının varlığını yok saydığında kendi varlığının da zamanla yok olacağını henüz bilmiyordu. Bilmemenin kendisine hissettirdiği o hafiflikle yaşayıp gidiyordu işte. Günlerine gün ekliyordu.
Diğer sabahlardan hiçbir farkı bulunmayan bu sabah da, paçasına yapışan gerçeklerden zor zahmet sıyrılarak yerinden kalktı. Yüzünü yıkadıktan sonra sırrı dökülmüş, yarısı kırılmış boy aynasında kendini görmeye çalıştı. Kendini göremedi ama hülyası yerli yerindeydi. İçi rahatladı. Kendine kahvaltı –buna kahvaltı denirse eğerhazırlamaya başladı. Üç cevizi yan yana sıralayıp bir yumurtayı ortadan ikiye ayırdı. Soğuk tezgâhın üzerine koyduğu bardakta dem ve su buluşunca bardak bağrından çatladı. Söylenerek yeni bir bardak çıkardı. Önce sıcak suyla çalkaladı sonra çayını doldurdu. Tepsiyi eline alıp salona geçti. Kumandaya dokunmasıyla müzik kaldığı yerden devam etti. Seni umutsuzca seviyorum / ve seni unutabilmeyi diliyorum/ böylece ruhumu da seninle birlikte unuturum / buna değer / buna değer…
İnsan hayatta kalmak için bu kadar çaba vermemeliydi ona göre. Yine de yaşayıp gidiyordu işte. Kendini değil ama hülyasını her şeye değer görüyordu. Yaşamak pek matah bir şey olmasa da ölümden de korkuyordu. Ne zamandan beri bu arafta olduğunu hatırlamıyordu. Cehennem dese değil cennet dese değil dünya dese hiç değil. Bu yüzden illet derdi hep. Onun için yaşamak insanın canına bulaşmış çaresi olmayan bir illetten ötesi değildi. Günde kaç dal sigara içtiğini, kaç bardak çay bitirdiğini, kahve fincanıyla dudaklarının kaç kez kavuştuğunu bilmiyordu. İçtiği her çayı günün ilk bardağıymış gibi iştahla içiyordu. Yaktığı her dalı daha çok çekiyordu sinesine. Midesi ve ciğerleri onunla aynı hevesi taşımıyordu pek tabii. Kullandığı astım ilaçları ve mide koruyucular olmasa ne yataktan çıkabilir ne de böyle vurdumduymaz yaşamaya devam edebilirdi. Emanete sahip çıkmayı insanüstü bir çaba olarak görüyordu.
Dilinden çıkan kelimeler zehirli bir ok gibi onu kalbinden vurunca ince bir sızı duyuyordu ilkin. Gerisi küfür kıyamet… Bir türlü yaşadıklarından ders çıkarmıyor asla durulup düşünmüyordu. İnsanlar geçmiş yaşantılarından tecrübe edinirken o yine kendi ahmaklığı yüzünden geçmişinden utanıyor ama geçmişte yaptıklarını bugün de yapmaktan geri durmuyordu. Aynı deliğe defalarca yanaştığından aynı yılan tarafından da defalarca sokulması kaçınılmaz oluyordu. Ona göre bunların hepsine ama hepsine değerdi.
Mahlasla yazdığı mektupları yerel gazeteye gönderiyor, ayda bir tanesini yayınlamalarına izin veriyordu. Hiç ummadığı bir şey oldu. Bu bilgisayar çağında, insanlar sırf onun mektuplarını okumak için gazeteyi yakından takip ediyor mektubun yayınlandığı sayı ana haber bültenlerine kadar konu oluyordu. Gazete, mektubu yayınladığı gün neredeyse üç kat fazla baskı yapıyor yine de talebe yetişemiyordu. Kendi şaşkınlığını kendinden gizlemeye çalışarak yazmaya devam etti. Ne zaman içindeki kibir uyandı işte o gün alfabeden harf çalmaya başladı. İlkin hiçbir şeyi umursamadığı gibi bunu da umursamadı. Alfabesinden harfler eksilip ona dair edebileceği tek cümle “Buna değer.” olunca bol keseden gönderdiği mektupları geri almaya karar verdi. Gazete binasına gidecek, henüz yayınlanmamış mektupları alacak, içindeki kibri öldürüp yok saydığı acısına ruhunu tekrar üfleyecekti.
Evinin merdivenlerini ikişer ikişer indi. Ayaklarına kadar uzanan pardösünün bileklerine dolanmasını ilk kez dert etmedi. Kısa ama hızlı adımlarla ilerledi. Gördüğü herkese neşeyle selam verdi. Saat satan bir mağazaya girip kendisine yeni bir saat aldı. Pimini çekti. Saat öylece kıpırtısız kalakaldı. Neşesi yerine geldi. İşte şimdi zaman onun ellerindeydi. Zamanın en küçük birimine hükmediyordu. Bileğindeki saati pimi çekilmiş bir bomba taşırcasına dikkatle taşıdı. Herkese göstermek geldi içinden, vazgeçti.
Gazete binasına girdiği zaman tanıdık bir nağme duydu. Kendini müziğe kaptırarak elleriyle ritim tuttu. Birazdan çektiği acılarla sarılacak, özür dileyecekti. Acısını böyle yok saydığı için kendine kızmayı ihmal etmedi. Belki olayı dramatize edip “Ben sen olmadan bir hiçmişim meğer.” bile diyebilirdi. Hülyasıyla acısının birbirine ne kadar yakışacağını düşündü yayın kurulunun odasına girerken. Mektupları almak o kadar kolay olmadı. Gazete kendi rızasıyla eliyle ayağıyla gönderdiği mektupları ona geri vermek istemedi. Sigara içmek yasaktır panosunun önüne geçti. Tabakasından bir dal sigara çekti. Çakmağını bulamadı. Yine de havası yerindeydi. Pardösünün cebinden bir paket kibrit çıktı. İşte şimdi daha da havalıydı. Başını sağ tarafa eğip sigarayı dudağının kenarına tutturdu. Önce sigarayı yaktı sonra da kibritin sonuna kadar yanmasını izledi. Tutuşan kibrit elini yakmaya yaklaşınca yere fırlattı. Sigarasından bir nefes çekti. “Ne kıytırık gazeteniz ne de kendi kendinize kural olsun diye uydurduğunuz yayın ilkeleriniz umurumda bile değil, verin lan mektuplarımı!” diye bağırdı. Karşısında yaşı küçük sayılabilecek genç bir kadın vardı. Kadının gözleri doldu. “Güvenlik!” diye bir cızıldama çıktı ağzından.
Kapının önüne konulduğunda eline tutuşturulmuş kâğıt klasöre bakmayı akıl etti. Mektuplar yazım tarihine göre tek tek sıralanmış alt kısımlarına yayınlandıklarına dair koca bir kaşe basılmıştı. Üstelik yazdığı mektupların aslı da değildi bunlar. Çoğaltılan kopyalardı. Dosyanın en arkasındaki mektuba baktı. Geçen ay yayınlanan mektup vardı. Yayınlamadıkları mektupları geri vermemişlerdi. Kızgındı. Ağlamaya başladı. Zaten hep böyle yapardı. Üzüldüğü zaman ortalığı döküp saçar kızdığı zaman da çocuk gibi ağlardı. En son ne zaman üzüntüden ağladığını düşünürken onu gördü… İçinde hülya diye taşıdığını, içinde acı diye yok saydığını. Buna değer diye ağıtlar yaktığını…
Arkasından seslendi, duyuramadı. Adını bağırıp duyuramadığı yolun karşısına geçiyordu. Dosyayı kolunun altına sıkıştırdı. Pardösüsünün bileklerine dolanmasına söylenerek hızlı adımlarla ona yetişmeye çalıştı. İsmini bir daha bağırdı ve bir daha ve bir daha. Duymuyordu… Cadde boyuna insan kusuyordu ikisinin arasına. Yetişse ne diyecekti; ne anlatacaktı.
Sigaradan sararmış dişlerini tırnaklarını ondan nasıl saklayacaktı. Üzerine sinmiş bu kokuyu nasıl bastıracaktı. Elindeki dosyayı sorarsa ne diyecekti. “Belki sen okursun diye, diyemediklerimi gazeteye sattım.” diyecek hali yoktu ya. Ona yetişmekten vazgeçti. Birden caddenin ortasında durdu. İnsanlar koşar adım karşıya geçiyordu. Kalabalık sağından ve solundan akıyor o suyun orta yerini tıkayan bir taş gibi oracıkta duruyordu. Acı bir fren sesi duyuldu, bağırıp duyuramadığı birden arkasına baktı. Göz göze geldiler.
Caddenin ortasına kaşelenmiş mektuplar saçıldı. Kahverengi bir pardösü önce havalanıp sonra nazlıca asfaltla kavuştu. Pimi çekilmiş bir saat bomba gibi patladı. Saniye, yabani bir kısrak gibi şahlandı. Sesini duyuramadığı şimdi aceleyle kendisine doğru geliyordu. Kalabalık sarı hafriyat kamyonunun şoförüne küfrediyordu. Göz hizasında birbirine dolanan bacaklardan, kirlenmiş ayakkabılardan başkası yoktu. Mırıldandı, buna değer, buna değer…