Onunla ilk kez bir cuma günü karşılaştık. Kasaba camiine giden yokuş yolun hemen ucunda durmuş pürdikkat cuma selasını dinliyordu. Yanından geçmek üzereydim ki bana döndü; yeğenimin selası lo, dedi. Biraz önce öldü Ali, araba çarptı. Daha dokuz yaşındaydı.
Başınız sağ olsun, Allah sizlere sabır versin, dedim. Allah senden razı olsun, Allah seni cennetine koysun lo, dedi. Ağır usul cuma namazı için camiye yürüyen ihtiyarlardan biri; Mehmet hep böyledir hocam, aldırma sen ona cenaze filan yok, dedi. Tebessüm ederek Mehmet’e döndü, bu cuma selası haydi abdestini al da namaza gel, dedi. Gayri ihtiyari Mehmet’le göz göze geldik. Selanın, cuma selası olmadığına inanmamı ister gibi bakıyordu. Birdenbire yüzünün şeklini ve bakışlarını değiştirdi. Sanki kendisine bir şeyler söylememi bekledi. Hiçbir şey diyemedim, ne o gün ne de sonraki günlerde.
***
Kasabanın avareleri için orta yaşlarda ve orta boylu bir eğlencenin adı Mehmet… Dik duramıyor hep bir tarafa doğru eğiyor vücudunu. Kimse deli diyemiyor Mehmet’e çünkü ne taşkınlığını gören var ne dengesizliğini… Kimseye bir zararı dokunmamış şimdiye kadar. Çocuklardan dahi kaçıyor bazen, kadınları gördüğü yerde yüzünü çeviriyor. Hatta önüne çıkan tavuk, kedi ürkmesin diye hareketsiz bekliyor onlar savuşuncaya kadar. İhtiyarlar tebessüm etseler de onunla konuşurken garip bir burukluk sızıyor her seferinde sözlerinden, bakışlarından. Bize dua etmeyecek misin Mehmet, diyorlar… Allah sizi cennetine koysun, Allah sizden razı olsun lo, diyor. İhtiyarların yüzündeki seslerindeki burukluk az da olsa siliniyor. Yüz hareketleri, ses tonu sürekli değişse de Mehmet’in yüzü ezeli bir muamma… Bilhassa gençler, Mehmet’in kendilerine yaklaştığını görünce hemen içlerinden biri sağ elini kulağına götürüp ağlamaklı bir eda ile sela okumaya başlıyor: Esselatü vesselamü aleyk… Sela sesini duyan Mehmet aniden irkiliyor, adımlarını hızlandırarak sela okunan yere geliyor: “Yeğenim öldü lo, diyor. Az önce anayolda araba çarptı, bisikleti bir yana kendisi bir yana savruldu.” Ağlayacak gibi oluyor. Yüzü ve sesi çiçekleniyor sanki. Onun yüzündeki sesindeki bu hali gören gençler tebessüm ederek birbirlerine bakıyorlar. Mehmet devam ediyor: Abimin oğlunun selası bu, Ali’nin selası, daha dokuz yaşındaydı. Birkaç saniye başını önüne eğiyor, toprağa bakıyor. “Öğleye kaldırılacak cenaze lo.” Bir başka genç elini Mehmet’in omzuna koyuyor ve senin selan bu aslanım, diyor. Sen öldün aslında. Mehmet bocalıyor sağa sola bakıyor, yüzünü buruşturuyor, gözlerini kısıyor, öğleye kaldırılacak cenaze lo, diyor. Yeğenim benim, Ali, dokuz yaşında. Kimi Mehmet’in boynuna kadar düğmeli gömleğinin yakasını düzeltiyor, kimi ceketinin dışarı çıkmış cebinin astarını içine veriyor. Bir başkası iyice Mehmet’e yaklaşıyor ve diğerlerine sırıtkan bir eda ile bağırıyor: Bakın bunun kulağının arkası helva kokuyor, ölecek yakında. Mehmet ilgilenmiyor hiç biriyle. Allah razı olsun, ben gidiyorum lo, diyor ve acıyla kasılmış yüzünü muzip gözlere dönüp ağır usul uzaklaşıyor.
***
Siyah beyaz kasabanın siyah ve beyaz dışındaki tek rengi Mehmet… Ağabeyinin evinin hemen yanında tek gözlü bir evde annesiyle beraber yaşıyor. Mehmet, henüz on beş, on altı yaşlarındayken ağabeyinin oğlu gözlerinin önünde bir trafik kazasında can vermiş. Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki yeğeninin ölümüne, aradan yıllar geçmesine rağmen her sela sesinde yeniden o günü hatırlıyor, hatırlamıyor tekrar tekrar yaşıyor esasında. Seladan, yeğeninden ve etrafına karşı yaptığı hayır dualarından başka bir şey yok hayatında. Kim ne sorarsa ne söylerse söylesin Allah razı olsun, diyor, Allah seni cennetine koysun, diyor. Bir de her cümlesinin sonuna bazen hitap bazen nokta niyetine “lo” kelimesini ekliyor. Kaymakam, belediye başkanı hatta milletvekili dahi olsa karşısındaki o “lo” kelimesinden vaz geçmiyor ve “o” harfini hep aynı şekilde uzatarak ekliyor cümlelerinin sonuna: loo… Kahveci her gün yalnızca bir bardak çay veriyor Mehmet’e ancak Mehmet’in çok da umurunda olmuyor çay. Aslında kahvecinin niyeti yalnızca mekânını birazcık şenlendirmek. Mehmet, kendisine soru soran, bir şeyler söyleyen herkesi dinliyor gibi yapıyor ama kimseyi dinlemiyor. Yüzündeki iki çukurdan dünyaya bakan sanki Mehmet değil de başkası. Kendisine hissettirmeden gözlerinin arkasına bakmaya çalışıyorum bazen, karanlık bir uçurum gözlerinin arkası. Kasabanın berberi muhakkak haftada bir gün sakal tıraşını yapıyor Mehmet’in ve birazcık uzayan saçlarını da üç numaraya vurmayı ihmal etmiyor. Berber koltuğundan her kalktığında: Allah seni cennetine koysun, diyor Mehmet kendisini tıraş eden çırağa yahut ustaya. Berber çay söylüyor; fakat o, içmem, diyor. Fırından da her gün bir ekmek istihkakı Mehmet’in lakin onu da çoğu zaman almıyor Mehmet. Fırın kalabalık ve ısrarlar fazlaca olursa alıyor ekmeği ama yemiyor, eline alıp uzaklaşıyor. Bazen kuşlara ufaladığını söylüyorlar fırıncının verdiği ekmeği bazen başıboş köpeklere verdiğini. Kimi giymediği ceketini veriyor ona kimi ayakkabısını. Kasabadaki insanlar ona bir şeyler verdikleri, ikram ettikleri kadar hafifliyorlar aslında ve onunla alay ettikleri zaman bir ağırlık çöküyor içlerine farkındalar. O ise en ağır şakaların altında dahi ezilmiyor, canını sıkmıyor, moralini bozmuyor.
***
Görevim gereği bir yıl kaldığım kasabadan ayrılırken çay ocağına uğruyorum oradakilerle vedalaşmaya. Mehmet de orada. Herkesle helalleşiyorum kimileriyle sarılıyoruz, yaşlıların elini öpüyorum. Mehmet sıranın en sonunda. Göz göze geliyoruz: Mehmet bana bir şey demeyecek misin, gidiyorum, diyorum. Mehmet suskun, çekingen sağ eli elimde. Tam o sırada gençlerden biri muzip ve ağlamaklı bir ses tonuyla sela okumaya niyetleniyor, esselatü vesselamü, dediği anda ihtiyarlar homurdanıyor. Abimin oğlu, diyor Mehmet, onun selası. Çantamı yerden alıp kalabalığa sırtımı dönüyorum ve çay ocağından çıkıyorum. Mehmet arkamdan bağırıyor, Allah seni cennetine koysun lo.