Bin yıllık bir masal gibi uyandı genç ressam. Ağzındaki tat yıllar önce annesinin yaptığı kalburabastı tatlısından kalma gibiydi. Uyumadan önce düşündüğü sorularla gözlerini açtı. Tüm iyi dileklerine rağmen her gün yenik düşebiliyordu arzularına. Bugünün öyle olmamasını diledi. Kendini, ayağını sakıza yapıştırmış bir serçe gibi hissediyordu. Ha gayret deyip bir çırpıda yataktan kalkmak istiyor ama beceremiyordu. Hiç uyumamış gibi yorgun ve kafasında milyon tane karmaşık soruyla tavana bakıyordu. Oysa eskiden ne güzel uyurdu. Arkadaşları ona tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi uyuduğunu söylerdi. Şimdilerde uyanana kadar karmaşık rüyalar görüyordu. Kafasına bir şeyleri takıp uzun uzadıya düşünmek yeni edindiği bir hobi gibiydi. Bazen eski bir kelimeye takılıyor bazen bir konuyu derinlemesine inceliyor bazen de bir davranışın sebebini araştırıyordu. Yalnız bu olayların hepsi kafasında gerçekleşiyordu. Böylesine bir alışkanlık kazanmasından memnundu çünkü bu dürtüler onu hep eser üretmeye itiyordu. Eh, bir ressam için bu bir nevi sermaye sayılırdı.
Geçen gün bir mail düşmüştü e-posta kutusuna. Davetiye görevi üstlenen yazıda “Normal, Anormal ve Sanatçı” başlığıyla açılacak bir sergiye gerekli koşulları taşıyan bir eseriyle katılması istenmişti. Birkaç gündür meşgul olduğu mevzu buydu. “Normalin içerisinde bir anormal mi?” yoksa “Anormalin içerisinde bir normal olmak mı?” idi. Kendisine dert ettiği mevzunun sağlıklı bir düşünce olup olmadığına henüz kanaat getirmemişti. Mesela güneşin her gün muazzam bir tertip ile doğup batması şaşılacak bir olay değil miydi? Fakat insanlar için bu durum süregeldiğinden normalleşmiş bir anormal değil miydi? Peki, incir çekirdeğinin kocaman bir ağaca dönüşmesi, göğün direksiz ve çatlaksız olması kadar normal değil miydi ayın ikiye ayrılması? Normal, insanların alışageldiği koşulsuz kabul ettikleri miydi? Puta tapanlar gibi. Doğuştan kendisiyle birlikte var olan hisler, olgular mıydı yoksa normal? Sınır ve ölçü neydi? Ya kendisi, kendisi ne olmak istiyordu? Yaşayan onca varlık içinde bir varlık olmaktan onu sıyıran hangi meziyetiydi? Bilmiyordu.
Bir tarafta onu dürtükleyen, ön sıralara doğru iten sanatçı ruhu, bir tarafta ise yedi kez boşalıp dolan dünyada yaşayıp gitmiş herhangi biri mi olmak istiyordu? Koca bir ülkeye âdil lider olmak mı daha esrarlıydı yoksa bir bedduasıyla arşı titreten beli bükük nine mi? Işıklar altında, görkemli salonlarda insani duyguları konu edindiği eserlerinden oluşan sergi açmak mı daha cazibeliydi yoksa alelade bir kâğıda odun ateşinde pişen çayını yudumlarken yaptığı bir resim mi? Sevdiği çocuklarla vakit geçirmek mi daha değerliydi, onları konu aldığı eserlerini anlamayan ebeveynlere sunmak mı?
Bilmiyordu…
…ve hepsinden vahimi ise şahsının bu olgulardan birini hâlâ başaramamış olmasıydı.
Elleriyle yemek yiyen, sinirlendiğinde şiveyle konuşan, evinde koltuk yerine minder kullanan ama tüm bunlarla birlikte fular takan, asla uyumsuz giyinmeyen biriydi. Tabletiyle çizimler yapıp “Ben bir sanatçıyım ve toplumda bir ışık yakmalıyım.” diyordu. Bir an yıllar önce üniversitedeki bölüm sekreterinin kendisine “Yavrum, orta yolun yok mu senin? Neden hep uçlardasın?” sözünü hatırladı. Sahi, neden böyleydi? İtidal olmak bu kadar zor olmamalıydı. Yoksa bahsettikleri gibi biricik miydi? Bu düşünce aklına gelince gayri ihtiyari kafasını sallama ihtiyacı duydu. Bunu asla kabul edemezdi. Çünkü ömrünce -istisnalar ve hak edenler hariç- biricik insanları kabullenemedi. Filmin başında en saf görünen karakterin sonunda vahşi bir seri katile dönüşmesi gibi bir şeydi bu onun için. Asla biricik değildi! Herkes gibi olmayı yeğliyordu. Öyle ama o zaman herkesin konuştuğu şeylerden, bayağı esprilerden, futboldan, silahtan ve hele hele saçma sapan kadın muhabbetlerinden neden nefret ediyordu? Ee ama normal bu değil miydi? Bilmiyordu. Bilse bile kabullenmek gelmiyordu içinden. Henüz uyanamadan mırra içmiş gibi daha ağır bir soru belirdi zihninde. Kendini tanıyamamış, kendisiyle helalleşememiş bir insan nasıl olur da bir ışık yakar, insanlara mutlak iyiliği öğretme çabası güderek kollarını sıvardı? En son tartıldığında 65 kilo çeken sanatçımız için bunlar oldukça ağırdı. Bir de sevgili İstanbul, bugünün hatırına mimarların sevdiğinden bir ton daha koyu gri bir manzara sunmuştu o sabah. Alın size sanatçı ruhuna uymayan bir nokta daha! Hiç sevmezdi böyle havaları. Açık, pırıl pırıl gün ışığını severdi. Zaten en sevdiği sanat akımı da empresyonizmdi. Kafası, içine her türlü baharatın atıldığı mercimekli Hint çorbası gibiydi. Bunları düşünürken battaniyeyi üzerinden ancak atabilmiş, yüzünü yıkamak için ağır ağır hareket etmişti. Soğuk suyla yıkadı yüzünü. Klasik bir film sahnesi gibi aynada kendine baktı uzun uzun. İyi gelmişti. Sanki o âna dek gözleri açık rüyada gibiydi. Sonra barıştı kendisiyle, helalleşti. “Hayat böyle bir şey galiba.” dedi. Tüm bu inişler çıkışlar, zor sorular, içini sızlatan acılar ve sevgilinin yüzü… Evet, hayat böyle bir şeydi. Bir anda ne olacağına karar verdi. Normalin içindeki anormal olmak istiyordu becerebilirse. Dünya nüfusunu çoğaltan bir kişi, lakin özelinde biricik. Yan yana dizilmiş yüzlerce aynı boyuttaki inciden biri olmak istemiyordu. İstiridyenin yıllarca koynunda sakladığı, gerdanlığın tam ortasına eklenmiş kocaman, eğri büğrü bir inci olmaktı niyeti. Yüzünde minik bir sırıtmayla yıllar sonra aynada kendisini tanıyabilmeyi umdu.
İçindeki savaş ile bugünlük ateşkes ilan ettiğine göre işinin başına geçebilirdi. İç dünyasıyla barışabilen insanlar mutluluğun resmini çizebilir; ancak ressam olmasalar bile. Bir beyaz bayrak gibi kendine çekti havluyu, yüzünü kuruladı ve “Normalin İçindeki Anormal Serçe” başlıklı eserini üretmek için atölyesine doğru yol aldı genç ressam.