Bir Dursun Olarak Erkan
“Dursun la” dedi Mustafa. “Bi sıgara da bana versene gardaş babanın hayrına. Benimki gene bitmiş aşşaada.”
Erkan sigarasını yaktıktan sonra paketi cebine attı. “Evden çıkmadan hesap edecektin onu, kaç para oldu paketi, biliyon de mi?”
Hekim kıkırdadı “Bi lirayla mı ölcen la Kayserili”
Erkan ona da ters ters baktı “Kırıkkale diyceen, Keskin de olur. Ben bi lirayla ölmem ama o bi sigara olmasa kudurur. Dursun demeden önce hesap edecekti”
Mustafa bir umut öbür tarafa döndü. Hekimin sigaraya geri başlamadığını anlayınca ikisinin niyetine yere tükürdü. “Sanki bi ben diyom Dursun diye, millet arkandan neler diyo da ses etmiyon.”
Hekim bir tur daha araya girdi “Hop hemşerim, Keskinli! Yokmuş aşşaada işte, bununki öbürleri gibi cimrilikten deel bak.” Bu sefer ki Mustafa’dan çok Erkan’ı düşünmesindendi. Üçüncü sefer olursa eğer o zaman geçilen dalganın şiddetinin artmasından çekiniyordu.
Erkan cevap vermek yerine sigarasından bir nefes alıp dumanını devasa burnundan çıkarmayı tercih etti. Erkan’ın annesi babası yedi nesil Kırıkkaleli ama burnu Rizeliydi. Buna itiraz etmek Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr etmekle eşdeğer bir şeydi. İnsan kendi burnunun yarısını aynaya bakmadan görebilir mi hiç? Erkan görüyordu. Haliyle kendi de biliyordu bunu bilmesine de… İşte… Mustafa’nın Dursun demesi de en dikkatsiz okurun bile fark edeceği şekilde bundandı. Erkan’a yıllarca Dursun, Temel, Laz, Pinokyo, Buruno, Buruuuuun gibi birçok isim takılmış, toplum da Mustafa da en son Dursun’da karar kılmıştı.
Geçmişten Bugüne Erkan
Çocuklar acımasızdır, söylediklerinin önünü sonunu tartmazlar derler ya, Erkan bu cümleyi ilk duyduğunda oldukça garipsemişti. Erkan’ın dünyasında acımasız olan büyüklerdi. Bir şeyleri ayırt edebilmeye başladığı günden beri onu ilk, ikinci, üçüncü görüşünde burnuna kilitlenip üzülmeyen, gülmeyen, korkmayan, garipsemeyen bir büyük hiç olmamıştı ya da ona öyle gelmişti ama en nihayetinde onun gerçeği buydu. O yüzden bütün büyükler kötüydü. Çocukların bazıları ise o devasa burnu Erkan olmanın bir şartı zannettiği için bir süre de olsa sadece oyun oynamaya bakıyorlardı. O yüzden bazı çocuklar iyiydi, eskiden.
Lise çağına geldiğinde burnu yüzünden neredeyse tüm insanlardan nefret ediyordu Erkan ama bunu uluorta söyleyemiyordu elbette. Sadece körleri seviyordu. Hiç kör biriyle tanışmamıştı ama olsun, yolda yanından geçip giden hiçbir kör duraklayıp Erkan’ın burnuna dik dik bakmamıştı ya da on metre öteden görüp yaklaştıkça şaşkınlığı artan ve nihayet yanından geçerken “Oha” , “Yuh” ya da “Fil hortumu gibiymiş maşşallah!” diyen hiçbir kör de olmamıştı. Ama Erkan’ın burnu o kadar büyüktü ki yıllar sonra olsa da sonunda körlerden de nefret edecek bir sebep karşısına çıkmıştı.
Lise bitmiş, çalışmaya başlamış, meslek öğrenmiş sonra askere gidip gelmişti. Altın bileziği vardı. Elektrik tesisatçısıydı. Ülke yirmi yıllık bir duraklamadan sonra yeniden dev bir şantiyeye dönüşmüştü. Ona her inşaatta iş vardı. Kabası biten her şantiyede Erkan aranan elemandı. Bilerek böyle bir tercihte bulunmasa da hiç aynanın olmadığı bir inşaattan daha iyi bir işyeri olamazdı onun için. Mustafa gibi densizlere birkaç günde bir sinirlense de işine gidiyor, parasını hem kazanıyor hem biriktiriyordu. Evlenme zamanının geldiğini aklından ne kadar çıkarmaya çalışırsa çalışsın vücudu öyle demiyordu.
O bir şey demese de anlayan anlıyordu. Burnu büyük diye insanın huyu başka olacak değildi ya! Erkan’ın bu hâlini görüp üzülen annesiyle herkese yavrum diyen kankası, sırdaşı – kan bağıyla kardeşten gayrı her şeyi – olan Fikret iki gün üst üste – birbirinden habersiz bir şekilde – kelimesi kelimesine aynı cümleyi kurmuşlardı: “Kör satıcının kör alıcısı olur yavrum, çok takılmasan zaten kendiliğinden gelecek kaderinde kim varsa.” Bu ilginç tesadüf yıllar sonra ilk defa Erkan’ın yükünü hafifletir gibi olmuştu. Aslında yükünü hafifletmeye yer arıyordu o da. Kendisi yine harekete geçmiyordu ama mucizevi bir şekilde kısmetinin ayağına geleceğini düşünüyordu. Annesinin ve kankasının dedikleri gibi birisinin gerçekten kaderinde yazılı olduğuna inanmış ve beklemeye başlamıştı. Fakat iki hafta, üç, dört, beş…. İki ay geçmiş kimse gelmemiş, Erkan da kimseyi görmemişti. İşaret mişaret yoktu evrenden gelen. Aynı kelimeleri kullanmaları sadece basit bir tesadüftü. Kör satıcının kör alıcısı olurdu ama Erkan’ı alan çıkmazdı. Kör, kel, topal, sağır, dilsiz, deve, cüce, şişman, zayıf herkes biliyordu Erkan’ın burnunun fil gibi maşşallah olduğunu. İki iki dört kadar net bir gerçekti. Kendi arasa da çevreye haber salsa da hiçbir şey yapmayıp öylece beklese de bu gerçek değişmezdi. Artık dünyada genel olarak nefret etmediği bir grup kalmamıştı.
Erkan’ın Rüyaları
Erkan, kendisine takılan isimlerin hepsinden nefret etse de Dursun lakabının üzerine yapışması içten içe onu memnun ediyordu. Zira bu lakaplardan Pinokyo, Fikret dâhil kimse bilmese de ilkokulda okuduğu günden bu yana kesintisiz her gece rüyasına giriyordu Erkan’ın. Onu gündüz de duymaya dayanamazdı. Uyuduktan bir süre sonra rüyasındaki kendisi banyoya gidiyor aynaya bakıyor ve burnunun normal insanlar gibi olduğunu görüp seviniyordu önce Erkan. Bu sevinçle kendi kendine “Yaşasın benim de normal bir burnum var!” deyip sevindiği anda pinokyo gibi burnu uzamaya başlıyordu. Erkan her defasında bunu kabullenemiyor ve tekrar tekrar “Benim burnum normal!” diye bağırıyor, Aynadaki aksinin pinokyo burnu uzadıkça uzuyor ve en sonunda aynanın sınırlarını zorlayıp gürültüyle tuzla buz olmasına sebep oluyordu. Ayna kırılır kırılmaz da her zamanki gibi sırılsıklam terlemiş bir vaziyette uyanıyordu Erkan.
Erkan uyumamak dâhil her şeyi denemiş ama bu kâbustan kurtulamamıştı bir türlü. Kimseye de bir şey diyemiyordu çünkü burnuyla ilgili herhangi bir konuda kalbi kırılmadan konuşmanın bittiğine hiç şahit olmamıştı. Anlatsa bu sefer uykuya ikinci dalışında da aynı rüyayı daha şiddetli olarak görmeye başlayacağından korkuyordu.
Gece kâbuslarına çare bulamayan Erkan, para kazanmaya başladığından bu yana gündüz düşleriyle mutlu olacak yeni bir hayal bulmuştu kendine: Estetik ameliyat. Neler neler yapıyorlardı şu doktorlar. En olmadık burunları bile birer fındık tanesine dönüştürüveriyorlardı.
Boş kaldıkça telefonundan sürekli estetikli burunların öncesi sonrasına bakıyor. Burunların yüzde doksanı öncesi fotoğrafında bile Erkan’ın hayallerini süsleyebilecek cinstendi ama o diğer yüzde on için bakıyordu. Umut vardı. Eskisi gibi sadece ünlülerin yaptırdığı bir şey değildi estetik artık. Yedi numaradaki Ayşe’nin, liseden Laz Selim’in, yolda gördüğü sıradan kızların ve erkeklerin, hatta amcaların ve teyzelerin yaptırabildiği bir şeye dönmüştü bu mucizevi operasyon. Tek bir problem vardı: Para.
Erkan burnuyla ilgili olarak tüm yaşadıklarına rağmen estetik operasyon için vermesi gereken para aklına geldikçe neredeyse kâbuslarından beter bir şekilde soğuk terler boşalıyordu sırtından. Çünkü zihninin derinlerinde, en derinlerinde bir yerde bir ses ona şöyle diyordu: “En iyi doktora gitsen de en güzel ameliyatı olsan da seni kimse beğenmeyecek. Geçmişin seni asla bırakmayacak. Ancak ve ancak çok paran olursa, işte o zaman burnun ne kadar büyük olursa olsun seni sevecekler.” Bu sesi net olarak duyduğu için de ancak ameliyat masrafı elinin kiri olursa bu masrafa girebileceğini içten içe biliyordu. Muhtemelen asla o kadar çok parasının olmayacağının da aynı şekilde farkındaydı ama ilk düşünce her defasında baskın çıkıyordu.