Surdan çok önceleri
ortasından başlanmış ortasından
yarılanan
her şey o değil
aydınlık gelir bir yandan
bir yandan çift güneşler doğar
gide gele eskitilen yolun
ortasında uykusuz rüyaların
ve mislince utanmanın güzelliğine
belki öğrenilmiş güzel şeyler
doğuştan ya da sonradan daha güzel
olan
o içli ayrıcalıklı haziranları
terkettiklerini
sırayla hatırlıyor şimdi
sırayla unutuyor
Sur mudur üflenen
mutlu fotoğrafların az sonraları
dallara asılmış taze yeşillikler
kandırmacası
sabit aşklar filizi
işte şuralara manzara olsun diye değil
kafeslenmiştik bir haber vardı o
günlerden
bilen bilmez olur gökyüzü kalkınca
artık ne o renktedir ne gözler yücelir
bir haber vardı berikinden
bilmeyen birden vaki oldu
artık ne o rengin tesellisi
ne bilinen dünyanın bir yeridir orası
kalalım istenir öylece
-ne olur ki bir an ölüp gelsem
yoksa korkuyor muyum sudan ve
ilaçtan
hoşçakalmaktan
yorgun ölmekten ve unutmaktan
korkuyor muyum Sur’u duymadan
ve son seslerini dünyanın
uykuda ve yorgun ölmekten
korkuyor muyum ben olmayarak
son hallerinde yaşamın
tükenen her şeyden önce
tersine çakılan sivrilikler
kim bilir Şafak da terstedir o gün
ve etrafı koklayacak kadar dikkatli
kalmanın
ne kadar ağır toparlanıyor aramak
kaybolan bir şeyi
göz göre göre yakalamak yerine
derhal aramaya koyulan
işte sur işte sükunun sağırlığı
işte körlüğün önüne yığılan
görenlerin hiç bilmediği hayaller şekiller
bağışlanan ellerin sembolleri
yaşamın bel büken bir köşeye çektiren
simsiyah huzurunu bulmada
sesi çeken içlerine
Surdan sonraları
tanıdık eski yüzlerin kilden izleri
yakılan odunların ortak noktalarından
apayrı dumanlar
harikulade düzensizliğe
kah hala nefret bürülü bir sema
artık o bile yok
eriyor kazanların dipleri
ölüm belki de sonsuz baş dönmeşi
sonsuz sarhoşluktur da
keşke şu haşrolunanlardan bir sen biri ben