Öykü

Ahmet Alataş – Metropoldeki Deve

Beee!

            Beee!

                        Beee!

Geviş getirmenin yanı sıra bu sesleri çıkarıyordu caddede yürürken. Etrafındaki insanlar onun büyük cüssesinden korkarken deve de ışıklardan, hiç görmediği mekanlardan ve yüzlerce yabancı sesten korkuyordu. Görünüşü gereği dışarıdan bunu pek belli etmiyordu. Ayakları alışık olduğu çöl kumlarına ya da suyun uğramayı ihmal ettiği yarılmış topraklara değil de sert, siyah ve sıcağı kusan bir zemini yadırgıyordu. “Bee!” dedi sırıtarak. Galiba şu an yabancılık çektiği sadece ziftli asfalt değildi.

Koca caddenin içinde kendisi dışında tanıdığı hiçbir şey olamayan deve trafik ışıklarına, insanların ondan hem korkup hem de adını bile bilmediği küçük kutucuklarla takip etmelerine aldırış etmeden devam etti. Bir an sahibinin arkadaşıyla olan sohbetini anımsadı. Hurma hasadından sonra keyfi yerinde olan efendisi, arkadaşına şunları söylemişti: “Ne yapıyoruz biz burada Allah aşkına? Ölene kadar hurma ekip biçecek, develerle mi seyahat edeceğiz. Bazen diyorum ki bağı bahçeyi, develeri satıp yerleşelim şehire. Yeni bir hayat, medeniyet, bambaşka bir dünyada yaşamak yani. Arabalar, lokantalar,

Sahiden bu muydu medeniyet denilen şey? Bunun için mi kuyuların soğuk suları, tatlı tatlı rüzgârları, izhir otlarının kokusunu, hayvanların binbir türlü sesini bırakıyordu insanlar. “Beee!” garip demişti deve kendi dilinde. Hâlâ yürüyordu. Yorulduğunu hissetti ve oturmaya niyetlendi. Ağır ağır hareketlerle bir trafik polisi edasıyla uzun eğik boynuyla etrafına bakındı. Kendisine yönelen şaşkın ve korku dolu gözlere aldırış etmeden önce ön ayaklarını birer birer indirdi sonra arka ayaklarını. Şehrin en işlek caddelerinin birinde trafiğin ortasında tek hörgüçlü bir deve oturuyordu. İnsanlar onu anlamsız bir protesto sandı önce. Bazıları hareketsiz durunca ilk başta garip bir heykel sandılar. Kimileri ise hayvanat bahçesinden kaçmış olabileceğini.

Birden tüm seslerin üzerine çıkan sirenleri duymaya başladı deve. Daha önce hiç görmediği kuşların ötüşü olduğunu sandı. Devecağız fazlasıyla saftı. Sesler gittikçe yakınlaştı. Çok geçmeden bu kulak tırmalayan sirenlere gözünü alan renkler de eklenmişti. Hisleri ona tüm bu garipliklerden daha farklı bir şeylerin olduğunu söylüyordu. “Beee!” diyerek kalkmaya yeltendi.

İnsanlar, araçlar, sesler ve ışıklar birkaç saattir olduğundan farklıydı. Etrafında boşluk açıldı. İyice tedirgin olan deve hızlı adımlarla orayı terk etmeye başladı. Adımlarını giderek hızlandırarak koşmaya başladı… Ama… Ses uzaklaşmıyordu ondan. Henüz adını bilmediği siren sesleri onu takip ediyordu. Arkasına dönüp baktı. Kırmızı bir araç ateş gibi bir ışıkla onu takip ediyordu. Kızgın çöl kumlarına alışık olan ayaklarına biraz daha hız verdi

Nereye gittiğini bilmeden koşuyordu. Işıklar, sesler, çığlıklar gittikçe geriyordu onu. Korkudan kuruyan dili iyice dışarıya sarktı. Önüne döndüğünde şu an için çölde yaşayabileceğine inandırılarak getirilmiş bir yunus balığından daha şanssız olduğunu en acı şekilde öğreniverdi. İğrenç kokuların yayıldığı çöp kutularından taşan atıklarla dolu çıkmaz sokakta buluverdi kendini. “Beeee!” dedi deve sinirlenerek. Etrafında dönerek kaçacak yer bulmaya çalıştı. Lakin ne fayda.

Daha önce karşılaştığı hiçbir tehlikeye benzemiyordu bu seferki. Kendisini takip eden araba durdu ve içerisinden bir sürü insan hızla inmeye başladı. Artık tüm bunların kendisi için toplandığını anlamıştı. Heyhat bu ne geç bir anlayıştı! “Beeee!” diye böğürdü deve çaresizce. Oraya buraya böğüre böğüre hareket ederken bir silah çıkardı garip kıyafetli adam. Sütre gibi çekilen ipin arkasındaki insanlarından gelen sesler, ışıklar gitgide deliye çevirdi deveyi. Silahı doğrultan adam en sonunda dayanamadı ve iğne takılı tabancayı ateşledi…

“Beee!” diye ince bir yakarış yükseldi deveden.

“Be!

Beee!

Beeeee!” diye sıçradı deve efendisinin boynuna vurduğu değnek ile. İkindi vakti uyumanın vehametini o gün kavramıştı. Litrelerce tuzlu su içmiş gibi dışarıya bir karış sarkan dilini toparladı. Yavaş yavaş yerinden kalkarak akşam namazına kadar hurma çuvallarını taşımaya devam etti.

Beee!

Ahmet Alataş

Dünya serüvenine Şanlıurfa’da 1993 yılında başlayan sanatçı Görsel İletişim Tasarımı mezunu. Geleneksel İllüstrasyon ve Grafik Tasarım atölyelerinde çok sevdiği çocuklar için üretmeyi yeğledi. Şu günlerde yazıp-çizmeye devam ediyor. Çocukları, kedileri, bisiklet sürmeyi, çocuk kitaplarını ve hobisi olan deri işlerini çok seviyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir