Tuğçe Öcal – Yüz On Dördüncü Cadde
Tuğçe Öcal – Yüz On Dördüncü Cadde

Tuğçe Öcal – Yüz On Dördüncü Cadde

-I-

Gördüğünüz hanımın ismi Bergüzar.  Bahçe içerisinde iki ayrı yapıdan oluşan bu  konakta yaşıyor. Bahçe duvarlarının ortasındaki tek kapı yüz on dördüncü caddeye  açılıyor. Caddenin en güzel evi, Bergüzar  Hanımın yıllarını, yıllarından öte ömrünü  geçirdiği bu ev. Konak, kentsel hayata çoktan  uyum sağlamış şehrin ortasında yüksek yüksek binaların ayakucunda kalmış olmasına  rağmen vakur bir duruşla kendinden emin  olarak selamlıyor doğan sabah güneşini.  

Yüz on dördüncü cadde, eskiden kara çamların hüküm sürdüğü büyük bir ormanı  andırıyordu. İnsanlar evlerini karaçamlarla  aralarında görünmez bir çizgiyle çizilmiş sı nırı geçmeden inşa ediyordu. Buradaki evle rin hemen hemen hepsi dış sofalı olduğun dan, hane halkı yazın çayını, kışın kahvesini  karaçamların sessizliğinde içerdi. Şimdilerde  bir tane bile ağaç kalmadı. 

Şehrin egzozu, korna sesleri, çok ses li temizlik işçileri, her gün yapılan hafriyat  işleri, sokakta tutuşulan kavgalar, trafikte  edilen küfürler insana hanesinin içinde bile  huzurla oturma imkânı vermiyor. Bergüzar hanım bunların hiç birine alışamadı. Bu çağa  ait değil gibi ama ait de gibi. Aklı havsalası  olanı biteni almasa da, çağın getirdiği pratik  çözümler hayatını çok kolaylaştırıyor. Artık  eli kolu gerçek manada tutmadığından haftada bir eve gelen evde sağlık hizmetlerinden,  kendi kendine evi süpüren yuvarlak süpür geden, bu evin dokusuna uymayan ama onun  yalnızlığını alan yüz yirmi beş ekran televizyondan pek razı.  

Yok mu kimsesi Bergüzar Hanım’ın? Var  tabii. Konağı müteahhitlere vermek için sa bırsızlıkla onun ölmesini bekleyen yeğenleri,  evin dört bir yanı kamera olmasa onu bir ka şık suda boğacak bakıcısı, zengin olduğundan  mütevellit kendisini hiç yalnız bırakmayan  ihtiyaç sahipleri hep etrafında. Ama bu kadar  kalabalığın ortasında yalnız Bergüzar Hanım.  Zamane insanın dilini anlamıyor, yüzleri kı zarmadan harama el sürmelerini, bel çözme lerini, yalan söylemelerini her defasında hay retle kınıyor, bu kadar kaba saba olmalarına  her defasında inciniyor.  

Elinin ayağının tuttuğu ama hareketlerinin oldukça yavaş olduğu zamanlar kısa yürüyüşlere çıkardı mesela. Karşıdan karşıya  geçmek için renkli ışıkların kendisine tanıdığı süre yetmez, o daha karşıya ulaşama dan ışık renk değiştirirdi. İşte o zamanlarda  korna sesleri, arabalardan yükselen “yürüse ne hanım teyze, akşama kadar seni mi bekleyeceğiz!” nidaları kalbini acıtır, eli ayağına  dolaşırdı. İri yarı, sakallı sarıklı adamların  kendisine böyle hoş olmayan şekilde seslenmelerine alınır, gideceği yerden vazgeçer  kendisini kitaplarına, şiir defterine, eski gazete koleksiyonuna gömerdi. 

Ruhu genç kalan insanlardan Bergüzar  Hanım. “İnsan kaç yaşına gelirse gelsin, ruh hep  aynı yaşta oluyor. İnsanın bedeni yaşlanıp, çürü meye yüz tutsa da ruhu otuz üç yaşında kalıyor.”  derdi eskiden, kendini dinleyen bir yürek bir  çift göz bulunca. Döküldüğü için yer yer kafa  derisinin gözüktüğü saçlarını gösterir “bunların hepsi dökülüp kel kalsam bile içim o günkü  gibi hâlâ” diye de eklerdi. Aslında; kendi deyimiyle bedenindeki bu kokuşmuş harâbiyetin  en çok saçlarını etkilemesine üzülüyor. Bir de titremesinden dolayı artık kalem tutamadığı ellerine yanıyor içi. 

Ellerinin kaleme hükmedip sahip çıkabil diği zamanlarda vaktinin büyük bölümünü  okumakla ve şiir yazmakla geçirirdi. Örmek ten vazgeçtiği saçlarını üstünde zarif bir kele beğin olduğu taraklı gümüş telkâri tokasıyla  arkadan tuttururdu. Uzun ama seyrek saçla rının omzundan beline kadar dökülmesine  bakmalara doyamazdı. Bir kısmını ön tarafa  alır, eliyle okşardı. Ne zaman dikkat kesil mesi gerekirse, tek eliyle saçını omzundan  arkaya ittirirdi. Bazen saçları şiir defterinin  üzerine düşerdi. Bu görüntüyü çok sever,  kırılmasından incinmesinden korkarak na zikçe yazacağı yeri açardı. İçinden ne zaman  saçlarını örmek geçse, yıllar evvel yazdığı şii ri arar bulur tekrar tekrar okurdu. 

“Sımsıkı örgülerimin arasından bir sevda aktı geçti

Yarıldı kâinat ikiye ardından baktı geçti 

Şehrin yıkıntılarına gömdüğüm rüzgâr esti geçti

Diyâr diyâr aradığım sevgili şimşek gibi çaktı geçti

Ne dil kaldı ne derman cümlesini yaktı geçti”

Şiir bitince “Andolsun ki saçlarımı örmem  gayri diyen sen değil misin, yemin etme dedimse  de dinlemeyen sen değil misin?” diye kendine  kızar defteri bir hışımla kapatırdı. 

Şimdi şiir yazdığı günlerle arasında çok  mesafe var Bergüzar Hanım’ın. Günlerini televizyon karşısında uyuyarak geçiriyor. Her  sabah uyandığında “Bugün ölmedimse de bir  gün mutlaka öleceğim.” diyor. 

Zamane insanı, dünya hevesinden geri  kaldığı geceleri düşünmek için kullansa da,  bu zamana ait olmadığını biliyor ve hep  ölüm rabıtası yapıyor. Belki kavuşabilseydi  sevdiğine, onu dünyaya bağlayacak bir evladı  olsaydı böyle olmazdı diye düşünüyor zaman  zaman sonra hemen tövbe ediyor.  

Bugün yeğeni yeni bir adamla çıktı geldi  yanına. Konağın vakur duruşuna yakışır bir  yenilemeden bahsedip duruyorlar birlikte.  Bergüzar Hanım’ın gönlü yok konağın ruhunun katledilmesine. O, bu dünyada olmasa da  konak yerinde olduğu hâliyle kalsın istiyor.  İnsanlar bu eve gelsin, onun şiirlerini oku sun, kitaplarına dokunsun, ruhuna bir Fatiha  yollasın istiyor. İstiyor istemesine de hayırsız  yeğeni tutturmuş bir terane gidiyor. Aslına  bağlı kalacaklarını, şimdilerde böyle yerlerin  çok gözde olduğunu anlat anlat bitiremiyor  “Sen yaşayan bir çınarsın halacığım, tamam dersen eğer ölümsüz olacaksın.” diyor. Ölümsüz  olmak istemiyor Bergüzar Hanım. Aksine  öleceği günün, hem Rabbine hem sevdalığı na kavuşacağı gün olduğunu biliyor. Yeğeni ve yanında getirdiği kılkuyruk herif Bergüzar  Hanım’ın inadını kıramayınca çaresiz çıkıp  gidiyor.  

Yeğeninin ısrarcı tavrına her defasında  daha çok içerliyor Bergüzar Hanım. Yeni  neslin hayırdan, olmazdan anlamayışına şaşıp kalıyor. Bakıcısına seslenip defterini isti yor. “Kalem getirmeyi de unutma.” diyor.  

Kalem buruş buruş olmuş ellerinin arasında durmuyor bir türlü. Oysa önceleri ne  çok yakışırdı kalem tutmak ona. Zarif parmakları bir sevgili gibi sarardı belinden kalemi. Nazlı nazlı dans ederdi kalem kâğıdın  üzerinde. Üzüntüden kalbinde ince bir sızı  duyuyor. Kalemi bırakıp ellerini saçlarına  götürüyor. Bir avuç kalmış saçları… 

-II-

Yüz on dördüncü cadde her zaman olduğundan daha kalabalık bugün. Bir genç elinde  mikrofonla, kameranın karşısında neşeli bir  vaziyette anlatıyor olanları. 

“Yıllardır şehrimize en çok istihdam oluşturan firmaların başında gelen Karabağ Grup, yüz  on dördüncü cadde üzerinde yeni bir butik oteli  bizlere kazandırdı. İsmi Bergüzar Hanım Konağı olan butik otel, seçkin müşterileri için şehrin  kalbinde hizmet vermeye başlıyor. Bizler de bu  heyecanlı açılışı sizlere sunmanın haklı gururunu  yaşıyoruz.” 

Kamera önce bahçeyi, sonra sofayı gös teriyor uzun uzun. Kırmızı kurdeleler kesi liyor. Kodaman adamlar konağın bahçesinde  purolarını tüttürüyor. Ellerinde bardak olan  kadınlar kırıta kırıta bahçenin içinde gezini yor. Hayırsız yeğen küçük dağları ben yarat tım kibriyle misafirlerle konuşuyor. Konağın  ruhuna zarar vermeden yapılan restorasyonu  anlatıyor. Bugün aramızda bir onur konuğu muz var diye söze başlıyor. “Reyhan Hanım,  halamın vefatına kadar onun yanından ayrıl mamış kendisine gözü gibi bakmıştır. Halamdan  kalan bu konağı şehrimiz için hizmete sunarken,  

halamın hatıralarına ve konağın ruhuna nasıl sadık kaldığımızı Reyhan Hanım’dan dinlemenizi  isterim. Zira kendisi, uzunca yıllar bu konakta  yaşamış, konağı ve bizleri yakından tanımıştır.”  Alkışlar şaklıyor insanlar bir bakıcının onur  misafiri olmasına şaşsa da bunu belli etme meye çalışıyor. Reyhan Hanım heyecanını  gizlemeye çalışarak merdivenlere doğru çı kıp kameraların önüne geçiyor. 

“Yıllardır tanıdığım ve annem gibi baktığım  Bergüzar Hanım’ın vefatına üzüntülü ama hatırasının yaşayacak olmasına sevinçliyim. Şimdi  size Bergüzar Hanım’ın son anlarını anlatacağım. Bizi kendisiyle ayıran o kederli günde benden  defterini ve kalemini istedi. Çok yaşlı olmasından  dolayı kalemi defteri ne yapacağını anlamadım  doğrusu. Kendisini yalnız bırakmamı söyleyince mutfağa geçtim, en sevdiği çorbayı yapmaya  koyuldum. Söylemesi ayıptır, benim yemeklerimi  çok severdi. Çorba pişince kâseye koyup götür düm, bir de ne göreyim, saçlarını örmüş, elleri nin titremesi durmuş, kalem nazlı bir çiçek gibi  elinde öylece kalakalmış. Defterde yarı gözükür  yarı silik bir şeyler yazıyor.”

Adam birden söze girip bakıcının konuşmasını kesiyor. Onur konuğu olarak aldığına pişman bir ifadeyle teşekkür ediyor, kadını merdivenlerden aşağı kışkışlayıp sahte bir duygusallık maskesiyle kameraların karşısına kendisi geçiyor.  

Efendim, Reyhan Hanım’a çok teşekkür ederiz. Kendisinin de anlattığı gibi, Halacığım son şiirini yazmış, aramızdan öyle ayrılmıştır. Butik otelimizin her odasında Halamın bir şiiri yer almaktadır. Bu yüzden otelimiz edebiyat dünyası için de örnek oluşturacak niteliktedir. Son şiiri ise otelimizin girişinde Halamın kendi el yazısıyla yazdığı hâliyle büyütülüp asılmıştır. Halamın Ruhu şad olsun diyor ve sizi oteli gezmeye davet ediyorum.” 

Kameralar kapıdan girer girmez insanı karşılayan şiire zoom yapıyor. Alt yazıda “Ölümsüz çınar Bergüzar Hanım’dan bizlere son hatıra” yazarken televizyonda şiir gözüküyor. 

“Ol, dedi ve oldu olanlar  

Elhamdülillah küllü hâl… 

Şimdi seher yeliyle gel  

Gözlerim kapalıyken şifa saç üzerime  

Titreyen ellerime muhabbet doldur sağdan sola aktarayım bir bir 

Gülizar’ında konayım da yanayım bir kamış bülbülü gibi 

Güllerin söndürsün nâra dönmüş yüreğimi 

Unutulayım…”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir