Şaidin Büyükbayram – Bir Rüya
Şaidin Büyükbayram – Bir Rüya

Şaidin Büyükbayram – Bir Rüya

Bir daha uyandı…

Odanın içinde yankılanan bir sese mi uyanmıştı yoksa sadece gördüğü rüya yüzünden mi bilemedi. Rüyasında, bilmediği bir sebepten dolayı, hayatında olan herkesi ve her şeyi kaybettiğini; ıssız ve renksiz bir odada tek başına, soğuk bir yatakta uyandığını görmüştü.

Bu tuhaf rüyaya takmadı. Rüya da ona takmadı. Zaten bu rüyayı gören kendisi bile değildi. Bir filmde mi izlemişti neydi? Bir hikâyede mi okumuştu yoksa? Kahraman süper kahraman değil, gayet sıradan bir kahraman, hatta fazla sıradan bir kahraman rüyalarında, asıl kız tarafından bir gece ansızın terk ediliyordu. Hâlbuki hayatı yolundaydı, herkes yanındaydı. Gündüzleri ve özellikle uyanık olduğu zamanlar, çok mutluydu. Zamanla bu rüyalar öyle bir boyuta ulaşmıştı ki sadece asıl kızın değil, herkesin ve her şeyin onu terk ettiğini görüyordu. Herkesin gitmesini daha doğrusu gidebilmesini bir şekilde anlıyordu. Ne de olsa bunlar insandı ve insan dediğimiz bu yaratığın ayakları, onlar birbirlerinden gidebilsinler diye yaratılmıştı. Vücudumuzu dimdik ayakta tutmaları veya gerektiğinde oturabilmemizi sağlamaları, işin görünen kısmıydı. Bunu anlıyordu anlamasına ama hayatındaki her şey nasıl gide biliyordu. İnsanların ayakları vardı, tamam ama mobilyalarının, televizyonunun, işinin veya köpeğiyle çıktığı akşam gezintilerinin ki asıl kız bu yürüyüşleri çok severdinasıl oluyor da gidebildiğini anlayamıyordu. Onların ayakları yoktu.

“Onların ayakları yok.” diye düşünerek geçirdiği çoğu rüyasında hayatı artık büyük bir boşluktu ve o bu boşlukta yaşıyordu. Her sabah aynı yatakta uyanıyor, aynı yatakta uyuyordu her gece. Sanki hayatı bu iki basit eylemden ibaretti. Sıradan kahramanın rüyalarında yaşadığı bu şeyler aslında rüya değil gerçeğin ta kendisiydi. Asıl kız yoktu, gitmişti. Annesi, babası, arkadaşları yoktu. Bu sebepten dolayı sıradan kahraman gayet sıradan bir şekilde hayatından hiç kimse gitmemiş gibi davranıyor, herkesin hâlâ hayatında olduğuna kendisini inandırmış, öyle yaşıyordu. Filmin sonunda -Hikâye miydi yoksa?sıradan kahraman, bilinçsizce bir uyanıklık hâlini, bilincinin ona bütün gerçekleri elinde olmayan sebeplerle önüne serdiği uyku hâline tercih etmiş, bir daha hiç uyumamak ve kendisini dayanılmaz olan asıl gerçekle yüz yüze getiren o korkunç rüyanın kucağına düşmemek için göz kapaklarını kesmiş, yoluna göz kapaksız ve gerçeksiz devam etmişti.

Gördüğü rüyayı düşünürken bu saçma hikâyeyi -film de olabilir ve bu saçma kahramanı neden bu kadar taktığını sordu kendisine. Hâlbuki rüyaya hiç takmamıştı. Biraz önce de dediği gibi rüya onun bile değildi. Bir cevap veremedi. Bu durum aklını biraz kurcalasa da kısa bir süre sonra bir cevap verememiş olmasına da takmadı. Bu işte üzerine tanımazdı. “Takmamak Üzerine Takılmayacak Düşünceler” diye kimsenin takmayacağı bir kitap yazmayı bile düşünmüştü bir ara. Sonra bu düşüncesini saçma bulmuş, ona da takmamıştı. En azından kendisi takmadığını düşünüyordu.

Biraz vakit geçtikten sonra yatağında boş olan tarafa, bakmadı. Boş olan taraf, ona “Buradayım!” diye bir mesaj gönderdi. Korktu. Her yatakta, her boş olan taraf gibi bu da bir uçurumdu ve fazla yaklaşmadan kıyısından dolaşılması gerekiliyordu. Nihayetinde bu uçurumun dibi nice yarım kalmış hayatlarla doluydu. Kayalıklarından aşağıya nice bağrı yırtık, perişan hayaller sarkıyordu. Korkulmalıydı bundan, diye düşünürken yine hangi filmin, hangi hikâyenin kahramanı bu konuşan diye bir soru belirdi zihninde. Aklını her yönüyle kurcaladı ama soruya bir cevap veremedi. Neyse, deyip yatağında boş olan tarafa tekrar bakmadı. Çünkü orayı hissediyordu. El yordamıyla, belli belirsiz. Ellerini oynattığı bile söylenemezdi aslında. Sadece hissediyordu. Yatağın bir tarafı boştu. Boşluk ona, “O burada değil, Gamze yok.” diyordu. Neredeydi Gamze? Soruyu o mu sordu, dışarıdan bir ses mi bilemedi ama cevap verme mecburiyetinde hissetti kendini. Daha doğrusu cevap bulma mecburiyetinde. Oysa biliyordu. Gamze, dün gece bir arkadaşına gideceğini söylemişti. O da tanıyordu arkadaşını. Ses devam etti:

–           Gideli ne kadar oldu peki?

–           Bilmiyorum. Sen biliyor musun?

–           Dün akşam değil miydi?

–           Saçmalama!

–           Bugün geliyor, gelecek. Öyle söylemişti.

–           Peki, neden bütün eşyalarını alıp gitti? Gelecek olan, böyle mi gider?

–           Ne demek istiyorsun sen?

Ne demek istiyorsun sen, sorusu beyninin labirentlerine çarpa çarpa çıkar yolunu aramaya başladığında o daha yataktan çıkmamıştı. Oysa ilk uyandığı andan itibaren yataktan hemen çıkmak istemişti. Bir şeylerin ters gittiğini sezer gibi oldu ama buna anlam veremedi. Gamze’nin gelecek olmasının fikri onu heyecanlandırıyordu. İster istemez bu fikrin rüzgârına kapılmış, soruyu unutmuştu. Tekrar kendisinin gerçek hayatına döndüğünde epey geç olduğunu fark etti. Gamze neredeyse gelirdi. Ona kahvaltı hazırlamak, en sevdiği şekilde bir menemen yapmak istiyordu. Biberli, bol domatesli, içine tek yumurta kırılmış ve yumurtası az pişirilmiş bir menemen. Derken zihni bulanıklaşmaya ve bilinci yavaş yavaş kapanmaya başladı. Sanki biri dışarıdan zihninin ışıklarını söndürüyordu. Canı sıkıldı buna. Kimdi ışıkları kapatan?

***

Bir daha uyandı…

Odanın içinde yankılanan bir sese mi uyanmıştı yoksa sadece gördüğü rüya yüzünden mi bilemedi. Hemen kalkmak istedi ama kalkmadı, kalkamadı. Üzerinde, gördüğü rüyanın ağırlığı hatta hantallığı vardı. Bir anlam veremiyordu gördüğü rüyalara. Hayatında her şey yolundayken, herkes yanındayken, Gamze hayatındayken, neden her defasında herkesin çekip gittiği, yalnız başına kaldığı kahrolası bu rüyayı görüp duruyordu. Neden her uyandığında şu göz kapaklarını kesen sıradan kahramanın o saçma hayatını kendi rüyalarında görüp duruyordu. O sıradan kahramanla bir gün karşılaşırsa bunu ona kesinlikle soracaktı. Ve yüzüne bir tane patlatıp, aptal adam, gitti işte, gittiler diye bağıracaktı. Kendine getirecekti onu. Onu rüyalarından kurtarmayacaktı; onu, gerçeklerinden kurtaracaktı. Onu kurtarırsa kendisini de kendisinin olmayan rüyalardan kurtaracaktı. En azından buna inanıyordu.

Belki de… Zihninde saçma bir ihtimal belirir gibi oldu. Ama buna takılmadı. Hayatına dönmesi gerekiyordu. Saat geç olmuştu ama o hâlâ yataktaydı. Neden hâlâ çıkmamıştı? Oysa işe gitmesi gerekiyordu. Bir işi bir sorumluluğu vardı. Emrinde çalışan onlarca insan, onların da emrinde çalışan onlarca insan daha vardı. O olmadan bu kadar insan, bütün o işleri nasıl yapabilirdi? O, bu sorularla uğraşırken odanın içinde farklı bir ses duyar gibi oldu. Bakındı sağına soluna. Bakınmadı, hayır. Sağını solunu hissetti, oda bomboş. Sahi neden bu kadar boş? Sanki bu yataktan başka bir şey yokmuş gibi odada. Yatağın da neden sadece yarısı dolu? Gamze nerede? Doğru ya, arkadaşına gitmişti. Dün… Dün gece… Neden gece? Anlam veremiyordu ama kalkmalıydı artık. Gamze neredeyse gelirdi.

***

Bir daha uyandı…

Odanın içinde yankılanan bir sese mi uyanmıştı yoksa sadece gördüğü rüya yüzünden mi bilemedi. Odada acayip, adını koyamadığı bir koku vardı. Tanıdık bir koku diye geçirdi içinden. Onu rahatsız eden bir tanışıklıktı bu. Kalkıp pencereyi açmak istedi, kalkmadı, kalkamadı. Gamze burada olsaydı o açardı ama dün gece arkadaşına gitmişti. Bugün gelecekti. Bugün gelmeliydi artık. Birden, hafif tıslama gibi bir sesle birinin “Gamze…” dediğini işitti. Kimdi bu?

Göz kapakları birden ağırlaşmaya başlamadı, hayır, ağırlaşan gözleriydi. Uykusuzluktan mı? Neden uyumuyor? Yine bir ses işitti. İlkinden farklıydı bu ses. Yoğun, boğuk ama bağırma gibi değil ağlar gibi. İçine ağlar gibi dışına değil. Dışarıdakine içine ağladığını hissettirmeyen bir içine ağlama gibi. Annelerin yaptığından hani, hastane odalarında. Ölmek üzere olan oğlunun veya kızının yatakta hareketsiz uzanan bedenleri başında gibi. Anlam veremedi. Oysa odada kimse yoktu. Derken birkaç ayak sesi duydu. Pencere açıldı, içeriyi mis gibi bir bahar kokusu doldurdu. Bu kokuyu da tanıyordu ama bu tanışıklık rahatsız edici değildi. Özlem gibiydi bu tanışıklık; otobüsten inince gözlerinin ilk aradığı kişi gibi tanışıklık; seni büyüten, artık kırış kırış olmuş iki el gibi tanışıklık. İster gibi, ona koşar gibi… Kuş cıvıltıları, uzaktan da olsa çocuk sesleri doldu sonra kulağına. Pencerenin hemen ardında bir şeyler vardı hissediyordu, bu odada olmayan bir şey. Yatağın hemen ucuna ancak yetişen güneş, sol elinin serçe parmağını, içini kıpır kıpır eden bir sıcaklıkla sarıp sarmaladı sonra. Bunların hepsinin kurgulanmış bir şekilde, gayet sıradan işlemesi onu tedirgin etti. Her şey fazla normal, fazla anlatılır, fazla sıradan geldi ona. Neden önce koku, sonra sesler ve sonra güneşin ısısı? Hâlbuki bunların hepsini aynı anda hissetmesi gerekiyordu. Neler oluyordu? Bir kurgunun, kötü, iğrenç bir kurgunun sıradan bir kahramanı mıydı yoksa o da? Düşünmedi. Bu soruyu soran kendisi bile değildi. Olsa olsa şu bıyık altından gülen, kötü niyetli yazarın işiydi bu. Takmadı. Bu işi çok iyi yapıyordu. Bıraktı kendisini yazarın kalemine. Kafasını zorlukla çevirmeye çalışarak güneşe bakmak istedi, bakamadı. Pencereyi kim açmıştı? Yoksa… Yoksa Gamze mi gelmişti? Kızdı kendisine. Nasıl bu kadar çok uyurdu? Gamze’ye kapıyı nasıl o açmazdı? Ama çok uyumuyordu. Hiç uyumuyordu, uyumak istemiyordu. Neden? Birden hatırladı. Gözleri karartan bir hatırlamaydı bu. Beyni bulanıklaştıran, korkutan, kalbin dakikada yüz elli kez atmasına sebep olan bir hatırlama. Tam bu noktada bazı tiz sesler doldu kulağına. İnsan sesi değil, hayır. Bir makine, bir cihaz sesi. Sonra hızla uzaklaşan, ayak seslerine karışan bağırma gibi bir şey duydu. Biraz önceki içine ağlama, artık çok dışarıdandı.

Bütün bu olup biten içinde kendisinin olmayan rüya geldi aklına. Sıradan kahramanın gördüğü rüya hani. Sebepler artık belirginleşiyor, sorular cevaplanıyor gibiydi. Mutlu muydu şimdi o fazla sıradan kahraman? Kız gitmişti ve o göz kapaklarını kesmişti. Bunu anlıyordu. O aptal, sıradan kahramana her ne kadar kızsa da onu çok iyi anlıyordu. Ve bu anlayışında bir sır, hayır hayır bir aynılık gizliydi. O sıradan kahramanı çok iyi anlıyordu, evet ama kendisi neden kesmişti göz kapaklarını? Hatırladı evet hatırladı. Yapmıştı bunu, kesmişti göz kapaklarını. “Gamze!” dedi tekrar bir tıslamayla. Ama cümleyi tamamlamaya dili varmadı. Dilinin varmadığı yerlere rüyaları varıyordu artık. Bunun fakındaydı ama neden Gamze, neden…? Soruya cevap ararken yoksa bu da mı eli kalemli şu yazarın işi diye bir düşünce belirdi zihninde. Öyleyse eğer bana göz kapaklarımı kestireceğine Gamze’nin ayaklarını hiç var etmesiydi. Sıradan kahraman öyle diyordu, ayaklar gitmek içindir diyordu. O zaman gitmezdi Gamze, gidemezdi. Derken koluna hafif, soğuk bir elin değdiğini hissetti. Kısa bir süre sonra damarlarında, kolundan başlayan bir serinlik oluştu ve yavaş yavaş ışıklar kapatıldı.

***

Bir daha uyandı…

Bahar hâlâ dışarıdaydı. Güneş sol elinin serçe parmağını çoktan aşmış, etrafında güneşin bıraktığı tatlı, sıcak bir hava kalmıştı. O, hâlâ odadaydı ve damarlarına dışarıdan bir şırıngayla karışan suni bir uykudan sonra bir daha uyanacaktı. Sonra bir daha, bir daha ve bir daha… Uyumak istemiyordu, o rüyayı tekrar görmek istemiyordu. Gamze neredeyse gelirdi. Hayatında her şey yolundaydı. Bundan emin, değildi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir