kolunu hareket ettirdikçe koltuk altından ekşi bir koku yayılıyor. titreyen parmaklarının arasında örgü şişleri, doğacak torunu için kazak örüyor. kaçıncı torununu kucağına alacak, doğacak bebekle kaç torunu olacak, sayamıyor. yedi çocuğunun ismini zor hatırladığı anlar yaşıyor. artık zaman onu harcıyor. aleyhine akıyor saatler. her sabah, şişlerini eline aldığında ilmekleri değil, sanki zamanı işliyor.
ömür sayacından dakikalar, saatler ve hatta yıllar giderken, günleri birbirinin o kadar aynısı ki duvardaki takvim olmasa, o takvim den her gün bir yaprak koparmasa sonsuz bir günü yaşadığını zannedebilir. günleri nasıl yaşıyor?
sabah uyandığında, yıllarca çift kişilik yatakta yatmış olmanın getirdiği bir alışkanlıkla yatağın içinde dönüyor, düşeceği anda, artık tek kişilik küçük bir yatakta uyuduğunu hatırlıyor. işte o an gözleri, duvara dayanmış, dantelle örtülü, eski dikiş masasına takılıyor. masanın üzerinde bir bardak su, suyun içinde dişleri duruyor. takma dişinin yanında başka bir takma diş göremeyince neden tek kişilik yatakta uyuduğunu hatırlıyor. “eskiden olsaydı” diyor homurdanarak “o ölmemiş olsaydı, dişleri bardağımda olurdu” . homurdanması bitmeden, ölüme kızgınlığı geçmeden, mor lekelerle kaplanmış eli uzanıyor bardağa, beş parmağını da daldırıyor suya, dişlerini çıkarıp sallıyor, aynaya ve masaya sular sıçrıyor. yanları buruşmuş ve artık içine çökmüş ağzını açıyor, dişlerini takıp dudaklarını kıpırdatıyor, bu esnada çenesi ileri geri gidiyor, o lime lime duran rengi uçmuş dili dişlerin üzerinde geziniyor, dünden kalan ekmek parçasını alıp yutuyor. sonra, çarşafın üze rinde çatlamış, pütürleşmiş elini gezdiriyor. ıslaklık yoksa derin bir nefes alıyor. çarşaf ıslaksa, göğsüne bir ağırlık çöküyor, gelinin kızgın yüzü, torunlarının alaycı gülüşleri gözlerinin önüne geliyor. masadan tutunarak ayağa kalkıyor, pijamasının üzerine basma eteğini giyinip ak saçlarını örten oyalı bir yazmayı başına bağlıyor. attığı her adımda, karnına kadar sarkmış memeleri sallanıyor ve ayak tabanından başlayan bir ağrı dizlerine doğru çıkıyor. takvimden bir yaprak koparıyor. arka odanın kapısını açtıktan sonra ürkek yürüyor, adımları sessizleşiyor. birilerini uyandırmaktan korkarak belki de birilerinin kendisini fazlalık hissettirmesinden korkarak tuvalete yürüyor. kapı gıcırdayarak açılırken “desdur geri dur” diyor, çişini yapıyor, rengine bakıyor, farklı bir sarı görünce telaşlanıyor, normal bir sarı görünce daha çok telaşlanıyor, şifonu çekmeyi ve ellerini yıkamayı her defasında unutuyor. odasına dönüp şişlerini eline almayı düşünürken robot süpürge karşısına çıkıyor. her sabah gördüğü “şu gavur işi”nin başına bir bela getireceğine inanıyor. müjdeli bir haberi bekler gibi uğursuzlukları bekliyor, “ben demiştim” demek ve haya tının ne kadar acı dolu olduğunu söylemek için uğursuzluklar yaşamak istiyor. ancak şimdilik, henüz bir bela açılmamışken başına, “şu gavurun işi tepemize taş yağdıracak” demekle yetiniyor. gözlerini süpürgeden bir an ayırmıyor, kendisine doğru gelse kalbine ineceğine inanıyor. odanın kapısını aralayıp eşiğin üzerinde duruyor, son kez bakıyor ve mırıldanıyor : ‘‘ne işe yaran len sen? süpürürmüş. anca halılara takılıp durun. şimdi ne var karı olmaya? oy benim kızlığımda, gelinliğim de…’’ genç kızlık yıllarını, gelin olduğunda yaşadıklarını, yetişkinlik yıllarını kendisine anlatarak pencerenin önünde duran eski kol tuğa yürüyor. pencereden dağlara bakarken “şimdi ne var karı olmaya?” sorusunu defalarca kez tekrarlıyor. yorulunca susuyor, gözlerini pencereden ayırıp şişlerini alıyor.
şimdi, kolunu hareket ettirdikçe koltuk altından ekşi bir koku yayılıyor. titreyen par maklarının arasında örgü şişleri, doğacak torunu için kazak örüyor.
bacaklarını aralıyor, eteği geriliyor, iplerini oraya, eteğin gergin kısmına bırakıyor. ilmek ilmek örüyor, her ilmekte doğacak torununu düşünüyor, onlar doğuyor ve büyüyor, o ise yaşlanıyor. bebekler doğdukça, etrafında torunları koşturdukça yaşlandığını daha iyi ayırt ediyor. tesbihin sonuna gelmek gibi bir şey. baştan başlayamıyor ama, başladığı yere dönemiyor. bir kasada, bir hastane de, bir bankada sıra beklemekten farksız bir şey. ölümü, çoğu zaman beklediğinin farkın da olmadan bekliyor.
doğacak bebek, ona bu sabah, yaşlandığını hatırlatıyor. fark ediyor ki sırası gelmiş. gözleri masanın üzerinde duran bardağa kayıyor. kocasına imreniyor bir an için. kendi yatağında, kendi evinde ölebildiği için imreniyor ona. hangi evin arka odasında ölümle tanışacak, bilemiyor. bardağa bakarak düşünüyor, hesaplar yapıyor kendince, dört ev geliyor gözlerinin önüne, her birisinde bir sene kalıyor. ölüm o dört evden birisinde bulacak kendisini, ama hangisinde? bu sene ölürse işte şu küçük, en ücra odada yaşayacak son saniyelerini. belki dağlara bakacak son kez, önce dağlara küsecek, onlar yerinde dururken kendisi…dağlara özenecek. seneye ölürse, ikinci oğlunun evinde, onun evinin en karanlık odasında, rahatsız bir yatakta kapatacak gözlerini. seneye ölme düşünce si, en sevdiği oğlunun evinde hayata veda edebilecek olması biraz içini rahatlatıyor. oğlunu, babasının ismini taşıdığı için bütün çocuklarından daha çok seviyor. onu ne zaman hatırlasa ‘‘atam gibi aynı, adına çeker kişi’’ diyor, çoğu zaman herkes duyacak kadar sesli söylüyor. şimdi ise mırıldanıyor, ‘‘atam gibi aynı’’ diyerek dağlara bakıyor, sonra su dolu bardağa. iki sene sonra ölürse, üçüncü oğlunun evinde karşılar ölümü, diğerlerine göre daha büyük olan ancak penceresiz bir odada, nispeten rahat bir yatakta…bu hayal damarlarından kanını çekiyor. onu pek sevmiyor, kocasının babası verdi çünkü ismini. kulağına okunan isim kadar okuyanın da çocuğun kaderini etkileyeceğine inanıyor. o çocuğu doğurduğundan beri bir uğursuzluk bekliyor. ‘‘kaynatam uğursuz itin tekiydi, onun verdiği addan ne hayır gelir?’’ diyerek bakıyor çocuğuna, kocasının babası canlanıyor gözlerinde, o zaman bir tiksinme peydahlanıyor bakışlarında, karnında beşinci çocuğunu taşırken kendisini ahıra kapattıkları günü anımsıyor. oğlunu sevemiyor, ona bakınca aklına kötü anıları hücum ediyor, onun evinde ölmek istemiyor. üç sene sonra ölürse dördüncü oğlunun evinde, rutubetli, küçük bir odada sonlanacak hayatı. dördüncü oğlu annesine benziyor. o yanında olduğunda annesi yanındaymış gibi hissediyor. belki üç senesi daha varsa, annesi yanındaymış gibiyken… neden kendi evinde ölemiyor?
gözlerini örgüden çekip bardağa çeviri yor. kendi evinde olsaydı, çocukları evini satmamış olsaydı, çift kişilik rahat yatağında… neden izin verdi evi satmalarına? öfke ile çaresizlik birbirine karışıyor, evini düşündükçe
elleri hızlanıyor, örüşü değişiyor, bozuluyor, ortaya çarpık ilmekler çıkıyor. çarpıklığı gör dükçe daha çok sinirleniyor, attığı her ilmek bir çocuğu oluyor, hepsi teker teker konuşu yor. ihtiyaçları olduğunu anlatıyorlar, ‘‘burada yalnızsın zaten’’ diyorlar, ‘‘her sene bir oğlunda kalırsın’’, ‘‘el evi diye kızlarında kalmak istemi yorsun, biz de el miyiz’’, ‘‘torunların seni özlü yor’’, ‘‘bak hepimiz farklı yerlere dağıldık, bari sen yalnız kalma’’. sonra babasının ismi çıkıp geliyor, ne kadar ihtiyacı olduğunu anlatıyor, çocukları özel okula gitmek istiyor, eşi araba istiyor, parasının olmadığını söyleyemiyor, evin parası bir süre… en sonunda dayanamıyor, ‘‘aynı atam’’ diyerek sarılıyor, ev satılıyor, üç kızı hakkını istiyor, dört oğlu ‘‘damatlara para yedirmeyiz’’ diyor. başı ağrıyor tüm bu gürültüde, gidip yatağına yatıyor. o gün geceye kadar konuşuluyor, aralarında parayı paylaşıyorlar. ‘‘şuncacık eski bir evden yedi başa ne hayır gelir’’ akıl erdiremiyor. doğurduğu ilk oğlu, yatağından kaldırıyor, eşyalarını toplu yor, saatler süren yolculuktan sonra işte şu küçük, arka odaya getiriyor.
burada günleri birbirinin devamı gibi. örgü örmeye başlamadan önce yaptıkları nasıl ki her gün aynıysa sonrası da aynı. şişleri bırakıyor, parmaklarını kütürdetiyor, bileklerini ovalıyor, ayağa kalkınca eteğindeki ipleri yere düşüp eski ahşap üzerinde yuvarlanıyor. mutfağa gidiyor ve bütün gün, orada, bir sandalyede oturuyor. konuşmuyor, dudakları sadece dua ederken kıpırdıyor. sanki çıkaracağı cılız bir ses istenmemesine sebep olacakmış gibi tekrar midesini bulandıran uzun bir yolculuğa mecbur kalacakmış gibi, başka bir evin arka odasına…
hayatını düşünüyor mutfakta, rahatsız bir sandalyede, her gün. pencereden dağlara bakıyor bütün gün. önce dağlara küsüyor, sonra çocuklarına. uçan kuşa, akan suya küsüyor. kendisi sırasını beklerken, üstelik bir çatısı kalmamışken, hayatın devam etmesine küsüyor.
yetmiş seneye kaç sene daha eklenir, bilemiyor. nerede ölecek, bilemiyor. öldüğü zaman kendi toprağına, büyüdüğü, yaşadığı topraklara gömülmek istiyor. evinde ölmek…yetmiş senenin sonunda kendisine ait bir çatısı neden yok? yetmiş sene bir çatıya sahip olmaya yetmez miydi?
şimdi, geçmiş yetmiş sene, başının içinde bir uğultu oluyor. hayatına bakınca, yaşadığı günlerden çok yaşamadıklarını görüyor. sıra da birileri önüne geçse. tesbihin başına dönebilse. farklı seçimlerle farklı bir hayat yaşayabilse. seçim yapmaya hakkı olabilse. bir evi olsa. orada ölse. nerede öleceğini bilebilse. o zaman, hayatını yaşamış insanlar gibi sakince karşılardı ölümü; herkes ve her şey kendisiyle birlikte ölsün istemezdi.