Mağaza şıklığında büfenin en ulaşılabilir köşesinde askeri nizamla yeni taliplerimizi beklerken hem heyecanlıyım hem de sarı şeritle bekâreti bozulan naylon jelatinimin cakasının bozulmasının kaygısını yaşıyorum. Büfe denen bu yapı sürekli acelesi olan insanoğlunun her şeyi şipşak yapmanın telaşıyla oluşmuş gibi. Az yerde çok ürün bulunduran büfeler görevini hemencecik tamamlayıp göz önünde çok dolaşmamak üzere konumlandırılmıştı sanki. Bu yüzden tam ihtiyaç anında tam yerinde olmasını biliyorlardı. Boşluklar la dolu bir filmde nereden çıktığı bilinmeden zuhur eden karakterler gibi.
Metin yine sabahın çiğine hayranlıkla bakıp kepenkleri sıyırdı dükkân kapısından. İşi Allah’a bırakmadan güvenlik tedbirlerini bir bir çevirdi kilidin göbeğinden. Avurdundaki kesmeye üşenilmiş birkaç kırçıl sakal, gün boyu ayakta durmanın diyetini hafifletmek için giyilmiş ortopedik ayakkabılar, dondurma firmasından gelen şişme yeleğiyle sözlükteki büfeci tarifine tam uyuyordu. Kulaklarındaki ağırlık hayatın kalabalığını sansürlemişti. Hoşuna gidiyordu bu noksanlık bazen. İşine geleni duymak, içinden söylediklerini susarak dizginlemek siyah birer şerit çekiyordu düşman olduğu her şeyin gözlerine. Büfe müdavimlerini savdıktan sonra “Ulan bunlara birer kombine vermek lazım aslında, hiçbir maçı kaçırmıyorlar.” diyerek rutin şakasını yapıp eğlendi yine. Benim onu arkasından izlediğimin farkında değil tabi. Kocaman vitrindeki değerimiz cama monte edilen kilitle taçlandırılmıştı. Her sigara alış
verişinde o cam camekân açılır, seni bir hareketle alıcının ismini çoğunlukla yanlış söylediği sigara baba evi büfeden ayrılıp hayata atılır. Talibine göre bir gün yaşayan da olur bir haftayı geçen de. Ben kendi bölüğümün en önündeyim. Ailenin gurbete yollanacak ilk çocuğu… Lakin pek müşteri çıkmaz bu tek hörgüçlü develer bölüğüne. Beklemelere beklemeler eklenir gün be gün. İşte sıyırıp aldı Metin dünya görüşüne en yakın gazeteyi. Sabahki siyaset ayini başlıyor. Yakın gözlüğünü burnuna her indirdiğinde Rasim Efendi gelir aklıma. Eskilerden eski bir hikâyenin beş kahramanından ikisiyiz biz.
***
Rasim Efendi kamarasından başını çıkarıp şöyle bir baktı ufukta beliren ve her geçen dakika gözüne dolan kara parçasına. Sen kalk kilometrelerce, denizlerce uzaktaki bir gâvur memleketine koskoca devleti temsilen yanından dört deve ile gel! Köyüne giderken bile gönülsüz olan bu garip adam bu kadar uzak bir seyahati neden kabul eder ki? Amerika denen dünkü vilayetin halkı birbirine girmiş kurtarıcı Rasim zevk sefa peşinde belli ki. Yol boyu anlattı da anlattı. Yok efendim evde huzur yokmuş da içini lime lime eden sorulardan kaçacak yer aramış da daireden böyle bir haber alınca ellerini ovuşturup denizdeki yılan misali atılmış vazifeye. “Şerife denen dırdır aleti artık konuşsun da bakalım duvarlar gamdan kederden ayakta kalabilecek mi ben gelene kadar.” yazmıştı güncesine. Yeleğinin küçük cebinden çıkardığı köstekli saatine göz atıp yeni cilalanmış iskarpinleriyle ilk adımını güverteye. Kimsenin gözüne kıstırmadığı, alt tabaka cinsinden bir deve bakıcısı için kıymetli bir görevdi bu. Nasibine yine çarpık sokaklar, virane binalar, tedirgin bakışlar düştü. Develeri teslim edip aldığı harcırahı çaldırmamak için ellerini sıkı sıkıya cebinde tutan Rasim orta yollu ahşap giydirme bir pansiyona girdi. Ceviz rengi kolçaklı merdivenler karşıladı onu. Merdivenin sonunda da çingene görünümlü kavruk bir kız. Örgülü saçlarını sağ omzun dan göğüslerine doğru atmış meraklı gözlerle Rasim’i izliyordu. Rasim ahşap oyma valizini kaptığı gibi merdiven başına koşar adım çıktı. Astarı yırtık cebinden konsolosluğun verdiği kâğıdı uzatıp gözlerini kızın gözleri ne dikti. Görevli kız gülümseyerek önündeki deftere bir şeyler karaladıktan sonra arkasını dönüp oda anahtarlarını kolaçan etmeye koyuldu. Rasim başını tavana doğru kaldırıp “Yüce rabbim madem dünyaya indirdin böyle bir melek, çerçevesini de beraber yollasaydın da şu eşrefi mahlûkat seyretseydi bu şahaneyi doya doya” kelimelerini döktü dilinden.
Ertesi sabah biraz öfkeli biraz meraklı bir yumruk çaldı Rasim Efendi’nin kapısını. Ne Rasim ne kapı bana mısın diyordu. Vazife sine geciktiği için konsolos adam yollamış “Git bak şu kerhaneciye ilk günden azıttı.” diye de ilave etmişti. Konsolosluk memuru kapıyı zorluyor ama sanki arkasındaki bir güç açmasını engelliyordu. Kapının altından
sızan sıcak ışık koyu renkli kanı daha gösterişli hale getiriyordu. Memurun bu sahneyi fark ekmesi çok uzun sürmedi. Gayri ihtiyari olayın vahametinden ziyade pantolon paçasının kirleneceğinden korkup iki adım geriledi parmaklarının ucunda. Resepsiyondaki kıza seslenip kapıyı açmak için yardım istedi. Kız –tüm düğümleri çözen ya da düğümleri üfle yen, bilinmez- elinde bir demir parçasıyla çıkageldi. Ahşap kapının kanırtılıp açılmasıyla Rasim’in sırt üstü yatarak bunlara gözünü dikmesi bir olmuştu. Görünürde hiçbir yara izinin olmaması kalkıp tokalaşacakmış his si veriyordu memurla kız. İşiyle özdeşleşen sırtındaki kamburdan giren derin bir bıçak sonu olmuştu Rasim’in. Eh zaten ortam karışık, sokaklarda her gün bir karmaşa. Kim takar gevşek uçkurlu Rasim’in kamburu çir kin bedenini. Ateşli hastalık olarak geçti zabıtlara hâliyle bizimkinin ölüm sebebi. Bizim payımıza da önce sirk yolu sonra memleket tütünlerini kesemizde saklamak düştü.
***
Metin aceleyle dün akşamdan kalma pırasa yemeğini yedi, önündeki serginin altına yerleştirdi. Müşteri olsun olmasın her işini muazzam bir hızla yapıyordu. Saatin artık öğleden sonra iki olduğunu büfecinin kolundaki gümüş saatten görebiliyordum. Bizim seçmeler tüm hızıyla devam ediyordu ama bana henüz sıra gelmemişti.
– Bi’ Camel alabilir miyim?
Küçük beyaz bir el beni gösteriyordu büfenin önünden. Yüzünün büyük bir kısmını gülümsemeyle doldurmuştu. Öyle ki dişlerindeki nizam röntgene ihtiyaç duymadan gözlemlenebiliyordu. O kadar heyecanlandım ki ayaklarımın altındaki kumların kaydığını hissettim. Zorlu badirelerle geçirdiğim ömrümün bu tazenin ellerinde son bulacak
olmasından fevkalade memnundum. Saçlarına kocaman siyah bir fiyonk tutturmuştu. Beni aceleyle kot ceketinin cebine koydu. Hayatın her anını coşkulu yaşadığı belliydi Öyle ki hüznü bile bir kahkaha iliştirmeden savuşturmuyordu. Yol boyu yürümeye başladık. Henüz bana ihtiyaç duymamıştı. Keyfi yerinde gibi görünüyordu. Kulaklarından dışarı taşan müzik bu ayakları havada yürüyüşe fon oluşturuyordu. Biriyle buluşacağını belli eder cinsten buluşma yeri olan kafeye yaklaştıkça adımları ağırlaştı. Kıyafetlerine hızla göz attıktan sonra zihnine hücum eden anıların muzipliği yüzünü kızarttı. Uzun zaman olmuştu kısa ama yoğun hatıraların sahibi bu kişiyle ile görüşmeyeli. Okuldaki yavrucaklarının velilerinin mesajlarıyla uğraşacak hâli yoktu şimdi. Şimdi hiç sırası değildi dünyanın dönmesinin. Saatlerin işlemesinin, pazarlıkların yapılmasının, cinayetlerin işlenmesinin hiç sırası değildi. Soyutladı kendini her şey den, evden çıkarken bir mızrak gibi inatçıydı hedefinde. Şimdi nereden gelip de çökmüştü hücrelerine bu kararsızlık. Saatine baktıktan sonra benimle buluştu eli. Sigara paketi küçük avucunu doldurdu. Hörgücümü okşadı benimle sorgusuz bir yolculuğa çıkmak ister gibi. Seri olmadı sigarayı dudaklarına götürüşü. Kararsızlık damarlarına kadar sirayet
etmişti. Yanan sigara değil de dudaklarıydı sanki. Uzun nefeslerle küllendirdi havayı. Birkaç ürkek adım atıp vazgeçti. Durdu, et rafına baktı. Yaptığı şeyin yanlışlığını bütün kutsal kitaplar lanetliyordu. Aslında o kapı dan içeri girip gözlerini dikip sormak, talep etmek istiyordu. Hâkimi olduğu mahkemede infaz etmek geçmiş zamanı… Tüm vücudu nu bir alev sardı. Ayakları titreyip gözlerini savaş meydanında çalacağı kılıçların hesabını yapan bir cengâver vahşiliğinde sağa sola kaydırıyordu. İlk hesabı benimle gördü. Yemeğini saklayan hayvanlar gibi çimlerin arasından bir yer beğendi bana. Beni Münker ve Nekir tayin edip dışarıda bırakmasına şaşırdım doğrusu. Görüş alanımın darlığına rağmen kapıya doğru yürürken ki enerjisi yokluyordu her tüylerimi.
***
Aynanın karşısına soran gözlerle geçti. Birkaç saatlik başıboş geçen –tarif etmek te zorlandığı- anların kefareti bu şekilde mi olmalıydı, bilemedi. Hikâyesinin benzerinin vitrinin sağ köşesindeki rivayet o ki büyük büyük dedesinden kalma vesikada adı geçen ihtiyarda vücut bulmuş olmasından pek hoşnut kalmadı. Ben ise eski dostumu görmenin bahtiyarlığıyla kumlara uzandım.