Mahmut amca sabahın erken saatlerinde tarlaya gidip patatesleri topladı. Hep böyle yapardı, sıcak bastırmadan da dönerdi. Dönüşte her zamanki gibi kahvehaneye uğrayıp söyledi çayını. Muhabbet koyu, konu Hasan amcanın üniversite okuyan oğlu Mert. Mert bu köyden çıkıp üniversite okuyabilen bir iki gençten biriydi. Hasan amcanın yüzünde gurur, oğlu büyük şehirde okuyor ya anlata anlata bitiremedi tabii. Yarın gelecekmiş Mert. Annesi Türkan teyze ona en sevdiği yemekleri yapacakmış. Oğluna gördüğü yerleri, öğrendiklerini, nasıl bir yurtta kaldığını, her şeyi soracakmış Hasan amca. Bu muhabbet devam ederken Kaşıkçı Mustafa’nın derdi kırmızı beşti. Şu kırmızı beş bir gelse bitecekti ama bir türlü gelmedi. Hep böyle olurdu zaten, O bir taşın peşine düşerken diğerleri çoktan biterdi. Hiç şansı yoktu okey konusunda. Kaşıkçı Mustafa hışımla kalktı masadan. “Bir daha Okey falan oynamayacağım ” diye söylene söylene çıktı kapıdan. Kahvehanede kahkaha koptu. Herkes biliyordu ertesi gün tekrar gelip oynayacağını. Akşama kadar sürdü kahvehanedeki muhabbetler. Kişiler değişti ama muhabbet hep vardı. Akşam olunca da köy halkı evlerine dağıldı.
Ertesi günün sabahında köyde her şey sıradandı ama Emre hiç olmadığı kadar heyecanlıydı. Üzerinden hiç çıkarmadığı Fenerbahçe formasını Mert ağabeyine vermişti giderken. Belki formasını hayran olduğu futbolcu Semih’e imzalatabilirdi. Bu küçük bir ihtimaldi tabii ama Emre umutluydu. Öğleye kadar öylece oturup sokağın başını izledi. Dört gözle Mert’i bekliyordu. Sonunda Hasan amcanın yaşlı arabası göründü sokağın başında. Emre ayağa kalktı, koşup sordu hemen heyecanla “Mert ağabey, formamı imzalatabildin mi?” diye. Mert gülümsedi. Birkaç hafta önce Fenerbahçe’nin antrenman yaptığı tesislere gitmişti. Şansı vardı ki formayı imzalatabilmişti. Sırt çantasını karıştırdı Mert. Buldu formayı ve hemen Emre’ye verdi. Emre inanamaz gözlerle formaya baktı “Sevgilerimle Emre’ye…” yazıyordu. Emre formayı giyerken Mert de evine gitti. Türkan teyzenin yaptığı lezzetli yemekleri yedikten sonra biraz dinlendi. İkindi vakti kahvehaneye gitti Hasan amcayla birlikte. Kahvehanedekiler sordu, Mert anlattı. Sohbet böyle saatlerce sürdü.
Akşam olurken kahvehanede coşkulu bir curcuna oluştu. Bayrak asıldı kapıya, milli takımın çok önemli Hırvatistan maçı vardı. Zaten bir derbilerde böyle coşku olurdu bir de milli maçlarda. Kahvehanede topluca maç izlemek hep keyifli olurdu. Maç saati yaklaştı. Kahvehane ağzına kadar doldu. Tabi ki Emre de Mert ağabeyinin yanında yerini aldı. Yüzünde gülümsemesi, üzerinde de Mert’in getirdiği çok özel forması vardı. Herkes gözlerini televizyona dikti. “Evet sayın seyirciler, şimdi milli takımımızın ilk on biri… ” Bir anda görüntü gitti. Elektrikler kesilmişti. “Hay Allah elektrikler de kesilecek zamanı buldu.” diye söylendi Kaşıkçı Mustafa. Sık sık giderdi zaten. Hemen seyyar lamba asıldı duvardaki çiviye. Şu an maçı takip edebilecekleri tek şey radyoydu. Neyse ki kahvehane sahibi Cemil’in pilli radyosu vardı. Zaten hep böyle garanticidir Cemil. Açtılar radyoyu hemen. “Çevir, çevir.” “Hah dur, burası burası.” Dakikalar sürse de sonunda bulmuşlardı şu kanalı. Neredeyse maç bitecekti. Herkes radyoyu dinlemeye koyuldu. Maçın sonuna gelinmiş olmasına rağmen henüz gol olmamıştı. Uzatmalarda milli takım 1-0 yenik duruma düştü. Maçın bitmesine saniyeler kalmıştı. Herkesin yüzünde hüzün vardı, kimseden çıt çıkmıyordu. Radyodan bir ses yükseldi “Semiiiihh, Semiiiiih, Semiih!” Durum 1-1 olmuştu. Emre gururla formasındaki imzaya bakıp gülümserken tüm kahvehane coştu. Penaltıların ardından Milli takım Hırvatistan karşısında sahadan galip ayrıldı. Hâliyle herkes çok mutlu oldu. Emre’de ayrı bir mutluluk vardı tabii, gözlerini kapayıp hayallere daldı. Belki bir gün O da hayranı olduğu futbolcu gibi milli formayı giyip goller atardı. Kısa süren sohbetin ardından Cemil herkese son çaylarını ısmarladı.