Şaidin Büyükbayram – Mesela Ben…
Şaidin Büyükbayram – Mesela Ben…

Şaidin Büyükbayram – Mesela Ben…

Telefonuna gelen bir arama sesine uyandığında gün batmak üzereydi. Kim olabilir diye düşündü ilk başta. Telefonu pek sık çalmazdı. Hayatında bir kadın yoktu. Bir anne, baba, kardeş yoktu. Yıllardır olmamışlardı. Telefonu eline aldı. Baktı. İşten biriydi. Açmadı. Telefonu bıraktı. Galiba bu işten de kovulacağım, belki de çoktan kovulmuşumdur diye geçirdi içinden ya da sesli söyledi bunu, anlayamadı. Yavaş yavaş kendisine geldiğinde havada sadece güneşin siyaha çalan kızıllığı kalmıştı. Aklında ne yiyeceğinin düşüncesi oluşmadı. Uyuyakaldığı kanepeden kalkıp pencereye doğru ilerledi. Kendini bildi bileli pencereleri severdi. Onların geniş, dünyayı içine alan, sonsuz gibi duran açıklıklarından seyredilebilen manzaralar, onun belki de tek sığınağıydı. Bir pencerenin önüne gelip de dışarıyı seyretti mi, sanki hayatı tamamen arkasında kalıyor, acı ve kederleri pencerenin bereketli manzarasında eriyip gidiyordu.

Bir süre sonra Ahmet ile buluşacağı geldi aklına. Kendisini olduğu gibi dışarıya attı. Dışarı çıktığında yüzünü yalayan, montunun içini dolduran neredeyse soğuk bir havayla karşılaştı. Aldırmadı. Yokuştan rıhtıma doğru inerken kafası bomboştu. Öyle bir boşluktu ki bu, insana girip girmeme kararsızlığı yaşatan, tedirgin edici, tenha, karanlık bir sokağın tam önünde durmanın hissiyatını yaşatıyordu. Doğduğundan beri kendisiyle olan bir şeyini kaybetmiş birinin huzursuzluğu oluştu Ali’de. Buna alışkın değildi. Kafası hep sorularla dolu olurdu. Neyse ki son vapura yetişip yetişemeyeceği düşüncesi gelip aklına oturunca biraz olsun rahatlamıştı. Başka türlüsünü yapamazdı Ali. Bu düşünceye sarılarak adımlarını sıklaştırmaya başladı. İskeleye yaklaşınca vapurun kalkmak üzere olduğunu gördü ve son anda da olsa kendisini vapura atmayı başardı. İçeri girince sağına soluna baktı, bulamadı. Pencere önü boş yer yoktu. Bir üst kata çıktı, içinde umutla. Bakındı. Hayır, yoktu. Denizden gelecek soğuk rüzgâr pahasına da olsa bu insan kalabalığının içinde duramayacaktı. Çıktı dışarıya. Biraz olsun rahatladı. Kendisine uygun bir köşe bulunca hemen telefonuna gelen o aramaya geri dönmeyi düşünmedi. Bu aklına bile gelmedi. Yüzünün ezilen, kıvrılan, ara ara gölgelenen çizgilerinden anlaşılıyordu ki içinde bir şeylerle meşgul olmaya başlamıştı bile.

Vapur karşı iskeleye yanaşmaya başladığında Ali yerinden kalkmadı. Kapılara doluşmuş insanların inmesini beklerdi her zaman. Beş dakika önce veya sonra inmek onun için bir anlam ifade etmezdi. Yolcuların büyük çoğunluğu indikten sonra yerinden kalktı, vapurdan indi ve Ahmet ile buluşacağı yere doğru yürümeye başladı. Hâlâ aklında bir şey yemek ile ilgili bir düşünce oluşmamıştı ya da o telefonuna gelen o aramaya geri sönmekle ilgili. Bir süre sonra Ahmet’i karşısında gördüğünde ilginç bir rahatlama yaşadı. Selamlaşıp sarıldıktan sonra birlikte yürümeye başladılar. Ahmet Ali’yi ilk gördüğü anda, Ali’nin yüzünün her yerine yayılmış o tanıdık tedirgin seğirmelerden anlamıştı ki bu akşam o kadar da kısa bir akşam olmayacaktı.

***

Elindeki sigaradan son bir duman alıp “Mesela ben, babamla hiç dertleşmedim, Ahmet.” dedi Ali. Cümlesinin sonuna doğru, sesi, gırtlağındaki bir engele takılıp acı bir yutkunmayla karışık çıkmıştı. Başka bir şey söyleyemedi. Sustu. Ahmet bir şey diyecek oldu. Bir şey ama ne? Bilemedi. Öylece yürümeye devam etti. Eli, bir yeniçeri gibi Ali’nin omzuna dokunmaya hazır, bekliyordu. Her zaman bir şey söylemek zorunda değiliz, diye düşündü. Bazen sadece dinlemek, yapabileceğimiz en büyük yardım sanırım. Sustu. Tam bu esnada yanlarından hızlı bir araba geçmişti. Az sonra uzaklardan bir vapur düdüğü duyulmuştu. Sabah ezanı okunmaya başlanmış, şehir yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Kuşlar ötüşmeye, yürüdükleri dik yokuşlu sokakta insanlar birer ikişer artmaya başlamıştı. Ali ve Ahmet hala susuyordu.

Çoktan sönmüş olan sigarasının izmaritini yolun kenarına atmadı Ali. Montunun sağ cebine, akşamdan beri içtiği diğer sigara izmaritlerinin yanına koydu. Hep böyle yapardı. Birden Ahmet’e döndü. Bu sessizliği bozmak istiyordu çünkü sessizlik onu oldukça yormuştu. “Bir sessizlik, ne zaman gerçekten bir sessizlik değildir?” diye bir soru gelmiş, onu bütün hücreleriyle rahatsız etmeye başlamıştı. Kendisiyle baş başa kalmaktan daha kalabalık ve daha gürültülü hiçbir ortam ve an hatırlamıyordu. Ahmet’e “Beni benden kurtar!” diye bir çığlık atarak baktı. Yüzündeki akşamdan kalma gerginlik ve gözlerindeki hafif yaşla karışık parıltı bunu ele veriyordu. Ama dili, Ahmet be, dedi. Biz kaç yıldır arkadaşız? Sabah vaktinin Haliç’ten getirdiği o soğuk rüzgârla içi ürpermişti. Montunun önünü kapatmadı ama ellerini ceplerine sokup omuzlarını biraz havaya kaldırıp hafifçe Ahmet’e doğru sokuldu. Ahmet, ne bileyim olum, hiç saymadım ki, dedi. Ali’nin aksine o, rüzgârdan etkilenmemişe benziyordu. Aklı hala Ali’nin kurduğu o cümledeydi. “Mesela ben, babamla hiç dertleşmedim.”

Sanırım on yedi yıl oldu, evet evet, on yedi yıl oldu. Ahmet Ali’nin kurduğu bu cümleyle kendi aklından kurtulup karşısında, gözlerinden bir yardım çağrısı fışkıran bu on yedi yıllık yaşanmışlığına baktı. Ali, dedi. Her insan özünde başka bir insana yazılan mektuptur. Kimin okuyacağını bilmeden doldurur sayfalarını ve o an geldi mi zarf açılır. Duruşumuzdan, bakışımızdan, sevişimizden, ağlayışımızdan dökülen cümleler, dilimizden dökülenlerden çok daha gerçek olur o anda. Babanı seviyorsun Ali. Akşamdan beri bunun aksini söylesen de şu doğan güneş kadar gerçek senin sevgin. Mesela ben, babamla hiç oynamadım. Mesela ben, annemin saçlarını hiç taramadım. Mesela ben… Sonu gelmez Ali.

Yokuş bitmişti. Geride hayata karışmaya başlayan insan sesleri, araba gürültüleri ve bunların etkisiyle hayattan silinmek üzere olan ağaç hışırtıları ve kuş sesleri kalmıştı. Yokuş, artık hem bir mezarlık hem de kırık umutlarla dolu gebe bir anneydi. Ali Ahmet’e bir şey diyemedi. Bir mektup muydu Ali? Kim yazmış, kime göndermişti? Herhalde Ahmet haklı, diye düşündü. Ama yanıldığı bir nokta vardı. İnsan bir başkasına değil, sadece kendisine yazılan bir mektuptu ve sanırım benim kalemimin ucu kırıkmış. Elimi her attığımda, içimde bir boşluğa denk geliyorum.

Son sigarasını paketinden çıkarıp yaktı. Dumanını çekmedi içine. Gözleri, sigaranın ucundaki kızıllıkta asılı düşüncede kaldı. Boşluk… İçinde yavaş yavaş bir ağlama hissi büyüyordu. Bir süre sonra önünde durdukları demirden yapılmış, siyah, küçük bir bahçe kapısının parmaklıkları arasından elini sokup kapıyı öteki taraftan açtı. Hareketleri çok ağır hatta biraz temkinliydi. Ahmet’e hiç bakmadı. Sanki baksa, göz göze gelse içindeki otuz iki yıllık acı, bir çığ gibi taşacaktı gözlerinden. Hiçbir şey söylemeden bahçeden geçip evin kapısına geldi. Kapıyı açtı. Kapatmadan önce Ahmet hâlâ bekliyor mu, diye bakmadı. Emindi, oradaydı. Hayatı boyunca hiç kimsenin olmadığı kadar oradaydı. Boşluğu dolduran büyük bir eldi Ahmet.

İçeri girdiğinde gözleri kora tutulmuşçasına yanıyordu. Hiç içmediği sigaradan kalan izmaritle birlikte montunun cebindeki diğer izmaritleri de çöpe atarken daha fazla dayanamadı. Gözünden akan yaşlarla kendini olduğu gibi kanepenin üzerine attı. Ne olurdu mesela, en kötü ne olabilirdi? Babası bir kez olsun, sadece bir kez başını okşasaydı, ne olurdu..?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir