“Bana en damar ayrılık şarkısını seç.” demişti. Kendi acısını yaşamaktan korkuyor, başkalarının acısını ödünç almak istiyordu belki.
Teknoloji çağındayız ne de olsa. Kopyala yapıştır. En damar ayrılık şarkısı… Damar kelimesini sevmedim. Üzerini çizdim, yerine kendi ifademi yerleştirdim. Başka türlü olamazdı çünkü. O kelime öylece dursaydı, benden istediği şeye odaklanamazdım. Evet, kelimeyi çizdim ve sonra en hazin ayrılık şarkısını düşünmeye başladım.
Art arda bir sürü şarkı geçti zihnimden. Baktım, yüreğimi titretmedi hiçbiri. Halbuki en hazin ayrılık şarkısı dedin mi mesela bir trene benzemeli. Tren rayların üzerinden akıp geçerken civardaki evler nasıl titriyorsa
şiddetinden, yürek de öyle titremeli. İnsanın içi ürpermeli ve trenin şiddetiyle pencere kenarından devrilen saksılar olur ya hani, işte öyle birkaç damla yaş dökülmeli gözlerden.
Benim gözlerim, trenler aklıma düşünce doldu. Galiba ayrılığı, istasyondan ayrılan bir trenin sesinden daha güzel ifade edebilecek hiçbir şarkı yoktu. Ayrılığın, hüznün, gözyaşının anlatımı değil, bizzat kendi sesi bile olabilirdi o ses… Giderek uzaklaşan, ağır ağır yok olan o ses… Çuk çuku.. Çuk çuku.. Çuk çuku..
“Gel, o şarkıyı dinlemeye gidelim.” dedim. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
“Nereye?” diye sordu, cevap vermedim. Kendi âlemime dalmıştım. Anladı mı bilmiyorum ama daha fazla üstelemedi. Hiçbir şey söylemeden peşimden geldi. O gün nereye gittiğini bilmediğimiz birkaç treni uğurladık istasyona yakın bir banktan.
İşte o gün bugündür, şehrin ortasından gelip geçen trenler hep hüznümü körüklüyor ve ne zaman bir tren görsem yahut uzaklardan sesi çalınsa kulağıma trenin şehirden geçişiyle eşit bir hızda seni düşünüyorum. Seni ve nerede başlayıp nerede bittiğini bir türlü kestiremediğim hikâyemizi. Hâlbuki bizim hikâyemizin içinden hiç tren geçmemişti. Mesela sen bir trene binip gitmemiştin. Ben istasyonun bir köşesinden gizlice gidişini izlememiştim. Ya da bir kompartımanın camından sarkıp ümitsiz bakışlarla seni aramamıştım istasyondaki yüzlerde. Bir giden ve bir kalan olmalıydı hikâyelerde. Oysa hangimiz gittik, hangimiz kaldık, ben hâlâ bunu çözmeye çalışıyorum. Belki bizim bir hikâyemiz bile olmadı ve bu yüzden belki de istasyondan kalkan her treni “imkansız” olmaya gönderiyorum.
Konuştuğumuz onca şeyi değil de suskunluklarını hatırlıyorum hep. Seninle hiç trenlere binmedik. Taşınmadık oradan oraya. Ama hatırladığım bütün suskunluklarının fonunda tren sesi duyuyorum. Yan yana oturmuş ufka bakıyoruz mesela. Sahi, biz hep gemileri izlerdik seninle. Sahilde bir banka oturur, gelip geçen gemilere hikâyeler uydururduk. Nedense kendimize saklardık o gemilerin hikâyesini. Ne tuhaf, o gemileri izlerken ayrılığın hüznü sarmazdı içimi. Aklıma bile gelmezdi. Öyle ya gemi deyince, deniz deyince özgürlük olmalıydı çağrışımı. Güverteye çıkarak uzaklara bakar, huzurla derin bir nefes alırdı gemi hikâyelerinin kahramanları hep. Öyle derin nefes alırlardı ki göğüsleri kabarır, en cesur kendilerine benzerlerdi. Arkalarında bir acizlik bırakmış olabileceklerini ise düşünmezdim hiç. Yan yana oturur, ufka bakardık. Dalga sesleri dolardı kulağımıza. Oysa şimdi hüznüm, dublaj yapmış gibi hatıralarımıza. Dalgaların yerini tren sesleri almış… Denizden trenler, raylardan gemiler, içimden sen geçiyor.
..Çuk çuku.. Çuk çuku.. Çuk çuku..
Hayır, çuf çuf çuf değil. Çocukken öyle derdik. Hem o zaman trenlerin, içinden geçmedikleri hikâyelerde bile başrol olduklarından habersizdim.
Şimdi bir bankta oturmuş kıvrılıp giden trenleri izlerken, bütün o göğsü kabaran gemicilerin omuzları çökük, boyunları bükük o trenlere bindiğini hayal ediyorum. Sanki ilk kez yolculuğa çıkıyor, ilk kez ayrılıyorlar sevdiklerinden. Gerçi tren sesinin olduğu yerde tekrar bir fona ihtiyaç yok lakin bazen
farkında olmaksızın bir türkü mırıldanmaya başlıyorum.
Uzayıp giden o tren yolları Açılıp sarmayan yarin kolları.
Ama bunu da yanlış hatırlıyorum. Ve bu yanlışı bile bile kendime uyduruyorum. Kendime uygun bir yanlışım oluyor.
Yeter!
Dedim ya; her treni sana gönderir gibi uğurluyorum. İstasyonlar durmuş bir saat gibi. Hani saniyenin dönüşünü gösteren o ince, uzun çubuk var ya, trenleri ona benzetiyorum işte. Titrer durur ya o çubuk saat dursa bile, sanki hep aynı tren, hep sana çarpıp bana geri geliyor. Ama ne beni sana götürüyor, ne de seni bana getiriyor. Gözlerimi kapıyorum:
bu imkansızlığın yazarı benim ama ya o trenler…
Bütün hikâyeleri bir kavuşamama hikâyesine çeviriyor. Küçük bir taşra kasabasında, uzaklardaki sana kavuşmayı hayal ederek trenleri izleyen, beni almadan giden her trenle yarası derinleşen bir genç kız oluyorum bazen. Ve bazen gelen trenlerden senin indiğini düşlüyorum. Tuhaf ama yüzünün yerine sevdiğim bir artistin yüzünü yerleştiriyorum. Yok, hayır. Sanatçı değil, artist. Böylece beni
bir anda mahvetmeni engellemiş oluyorum.
Ne saçma!
Belki de içinden tren geçmeyen bir şehre taşınmalıyım.
Yoksa müptelası olduğum bu en hazin ayrılık şarkısını dinlerken kederden ince hastalığa yakalanacağım. Bilirsin, sona yaklaştıkça hızlanır adımlarım. Son merdivenleri hep atlaya atlaya çıkarım. Hayalimde bile böyledir bu. Halini unutup kara trene verdiğim mektuplarda hep alelacele sonlar karalardım. Hep bir yanı eksikmiş gibi gelirdi. Belki hikâyemize bir son yazmaya kıyamadığımdan, bilerek eksik bırakmalıyım içinden tren geçen bu şehirdeki yaşamımı.
Ama söylemeden edemeyeceğim; günün son trenini de imkânsıza ve sana yolladıktan sonra oturduğum banktan kalkarken ikimize yazdığım ve içinden muhakkak tren geçen hikâyeler gibi seni de sadece hayalimde yaşattığımı bir türlü itiraf edemedim kendime. Beni en güzel rüyalardan uyandıran o zalim çalar saat sesi gibi, trenlerin o acı düdüğünden hiç bahsetmeyişim bundan belki.
Yani;
hiçbir hüzün var olmamış şeylerin hüznü kadar işlemez insanın içine.