“Çeşme başında, birinin yegâne amacı helkesine su doldurmak, diğerininse boğazının arka duvarına vuran susuzluğu bastırmak olan bu iki yabancının tesadüfen birbirine çarpan bakışlarının ağırlığıyla önce başlarının önlerine düşmesi, ardından biraz da utanarak tekrar gözlerini o sırada çeşme başında sadece ikisine vuran fırtınanın kaynağına, birbirlerine çevirirlerken bu defa da gönüllerini çeken bir kuvvetin etkisi altına girmeleri ile yalnız kalpten kalbe akan bu sel, kendi adını kendisi belirliyor, ikisinin de kulaklarına usulca bu adı fısıldıyor: Aşk.”
Heyhat! Karac’oğlan bir şiir yazsa zihinlerde cereyan ederdi bu sahne ancak, ne mümkün efendim! Hoş, şimdi benim anlatacağım hikâye ile biraz önce dinlediğiniz sahne arasındaki yedi farkı bulmanızı istesem yetmiş farkı bile bulacaksınız ama yine de azıcık vicdanınızı talep edeceğim. Zihinleriniz, şimdi anlatacağım hikâye ile buruş buruş olsa da bu talebimi aklınızdan çıkarmayın, sonuçta acımı paylaşsanız da kâfidir bana.
Evvelâ ne çeşme, ne köşe başında ne de efsane cuma indirimi günlerinde tıkış tıkış dolu bir avm önü gibi bir kalabalıkta oldu bu karşılaşma. Öyle beklenmiş, seçilmiş, yıldırımvâri bir anda düşmedi başıma. Ziyâsız, kurak çöllerin karanlığında oldu ne olduysa. Gerçi bakınca Leylâ’dan çok ne vardı parlak, kalabalık metropollerde, her Mecnun’a siz deyin iki, ben diyeyim üç Leylâ düşüyordu herhalde. Zaten Mecnunlar da bir garipti hakikaten, Leylâ’dan Leylâ’ya geçişi bir başka Leylâ’ya aktarmalı olanı bile vardı da neyse, konuya dönelim biz. Ben garibesi de aynaya bakıp çözmeye çalışırdım kim olduğumu bunları gördükçe herhalde bir Leylâ’ya benzer taraflarım olacaktı ama kalemime bakınca tüm fikirlerim yeniden yazılırdı, bu şiirleri bir Mecnûn’dan başkası kaleme alamazdı. Hâl böyle olunca dedim ki benden ne Leylâ ne de Mecnûn olur, iki yarıdan da bir insan toplanmaz, çaresiz ne yapayım, gidecek yer aradım, Mecnun çöllere gittiyse vardır bir sebebi diye ben de kendimi cehennem sıcağında çöllere attım. Demek ateşi ateş söndürür diye düşünmüş olacaktı Mecnûncağız. Hoş, benim de elli derece sıcaktan nevrim döndü yolumu kaybettim, kutup yıldızını hiç ayırt edemem ki kuzeyi güneyi seçeyim, en iyisi birine adres sorayım dedim, günahtır diye de yüzüne bakmak istemedim, kime sorsam beğenirsiniz, tutmuş cellat bulmuşum iyi mi? Simsiyah pelerinler içinde, simsiyah peçeler takmış, sırtında üç adam boyu baltasıyla bir cellat! Ya serap ya Azrail bu, diye başladım şehadet getirmeye. Herhalde korktuğumu anlamış olacak, geldi yavaş adımlarla, su uzattı bir plastik matarada. İkinci kez hayretteydim, bir heybete bak, bir de şu zarafete! O vakit anladım Mecnun görünümlü mutant Leylâ olduğumu, kendim koydum teşhisimi, nereden bulsaydım çölde DNA testini? Başımı kaldırıp baktım da gözlerimiz filan değmedi birbirine, eh tabii karşımdaki zattan bir beş on santim kısa olunca tek gördüğüm şey, kızıl renkli kumların siyah silüete akisleriydi.
Neyse, efendim, kısa bir müddet öylece beraber yürüdük, günahtır diye, bir gün olur çölü aşarız da o vakit cemalini seyre dalarım diye hâlâ gözüne bakmazdım, en azından yol belli diye elle tutulmaz ümitlere yaslanırdım. Gel zaman git zaman, bir döndüm baktım, cellat buhar olmuş, yolun üç çeyreğini yalnız yürümüşüm de haberim yokmuş. Tamam, çöl sıcaktı ama koca adam da buharlaşamazdı ya! Heyhat, ne nâralar attım ki kaktüsler kurudu, yılanlar zehirlerini kadeh kadeh tokuşturdu, kumlar fırtınalar yollayıp celladı aramaya seferber oldu, yer yarıldı, sular fışkırdı, çöle deniz yürüdü, yüzyıllar geçti çöl yine kurudu, vahalar seraba döndü, seraplar gözlerden döküldü cellat görünmedi bir daha. İn miydi, cin miydi, Mecnûn muydu bilemedim ama anladım, öldürmeye balta gerekmezmiş, ruha vurduğu kelepçe yetermiş. Gönüllerin çekim alanının da tek taraftan bir Turkcell olmasını beklemek en büyük hata imiş, hem çölde baz istasyonu ne gezermiş! Eh, bir de gönülden gönüle akan sel, denize dökülmez de bir barajın soğuk duvarına çarparsa aynı kuvvetle geri dönerek o duvarın yabancılığından başka bir şey taşımazmış çıktığı gönle. Sahi; karşıda, arkasında neler döndüğünü, ne duyguların, ne anıların koşuştuğunu, ne düşüncelerin uçuştuğunu bilemeyeceğiniz bir setten daha fazlasını beklemek, çimentolarla yapıştırılmış taşların, tuğlaların arasından içeri suyun geçmesine izin verilmesini beklemek, hayalden de öteymiş.
Nihayet barajın setinden çarpıp dönen su, tüm vücudumu yere vurulmuş bir metal gibi uzun uzun titretince bu ürperti ile başımı ufka çevirdim, gün batıyordu, şiirleri de toplayıp az kenara çekildim, güneşe yol verdim. Bazı hadiseler, irademizin pek uzağında vuku buluyormuş bunu bildim. Bir de belki cellada bir anlam ifade etmeyen bu hikâyenin akislerinin bir yıla yakındır zihnime saldığı kökleri gibi, derinlere indikçe incelen ama sayısız dal veren bir vaziyette hâlâ mevcudiyetini koruduğunu… Bir netice bekliyor gözleriniz, hemen soralım madem:
El vicdan, ziyâsız, kurak çöllere değil de parlak, kalabalık metropollere varsaydım ne olurdu? Demek mesele ne Leylâ ne de Mecnûndu.